Evlilik Yolunda '' İslamiyete Dayalı Rehberlik '' ( Mehmed Alagaş - Kadının Onuru )

1 . EVLİLİK NEDİR ?

Evlilik; iki karşı cinsin, yani, bir bayanla bir erkeğin, yekdiğerine sevgi, saygı, güven duyup, paylaşım, fedakârlık, yardım, destek gibi ortak noktalar bulmalarına ve bunu nikâhla resmîleştirip, ilân etmelerine denir.

Böylece toplumun en küçük müessesesi “aile” meydana gelir.

Aslında her insan bir dünyadır, bir kâinattır. Evlenmeye karar veren iki insan, iki ayrı dünya, iki ayrı kâinattır. İkisi de, iki farklı dünyadan, aile ortamından geliyor. Ve bir ömrü bir arada geçirme sözleşmesi imzalarlar nikâhla…

Evlilik; kalbe karşı bir kalp bulma, sevme-sevilme, duygularını geliştirme, ihtiyaçlarını karşılama, meşrû zevk ile lezzetleri paylaşma, elem ve kederde ortak olma, gerçekten kaynaşacağı bir ortamı bulmadır.

Diğer taraftan, aile hayatı; insanların dünyadaki en güzel toplanma merkezi, en esaslı zembereği, dünyevî mutluluğun bir cenneti, bir iltica ve bir sığınak yeridir.

Sosyal hayatta üstlenilecek roller aile ortamında öğrenilir, özümsenir, benimsenir. Aile, dünyanın bunaltıcı, yorucu işleri ve problemlerinden kurtulmanın adresidir. Evlilik ve aile müessesesi, huzur ile mutluluğu üretim ve dağıtım merkezidir. Aile; neş’enin, paylaşım ve hüzünleri ortaklaşa atlatmanın, yardımlaşmanın mekânıdır.

Evlilikle ilgili hadislerden bir demet:

* “Ey gençler topluluğu! Gücü yeteniniz, evlensin. Çünkü bu, gözü haramdan daha iyi korur, edep yerini de. Gücü yetmeyen ise, oruç tutmalıdır. Çünkü orucun, şehveti kırma özelliği vardır.” (Buhârî)

* “Dünya bir metadır. Onun en iyi metaı ise, saliha bir kadındır.” (Müslim)

* “Evlenen, îmanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı hakkında ise Allah’tan korksun!” (Taberânî)

* “Hanımı olmayan adam yoksuldur, yoksul.”

“Çok malı olsa da mı?”

“Çok malı olsa da.”

“Kocası olmayan kadın yoksuldur, yoksul!”

“Çok malı olsa da mı?”

“Çok malı olsa da.” (Buhârî)

* “Evlenme işi için, iki kişi arasında aracılık yapmak, en üstün aracılıklardandır.” (İbni Mâce)

* “Dininden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz biri sizden kız istemeye gelirse, verin! Vermezseniz, yeryüzünde kargaşa ve büyük bozgunculuk olur.” (Tirmizî)

* “Kadınlarınızın hayırlısı ile evlenmeye bakın. Denginiz olanlarla evlenin! Birbirlerine denk olanları evlendirin.” (İbni Mâce)

* “Benden sonra, erkeklere, kadınlardan daha zararlı bir sınanma sebebi bırakmadım.” (Buhârî)

* “Birbirini sevenler için nikâh kadar güzel bir şey görülmemiştir!” (İbn Mâce)

2 .EVLİLİĞE MERHABA DİYEBİLİRSİNİZ !

Çoğunluğu gençlerin oluşturduğu bir sohbette, “Evlilik ve aile ile ilgili yazılarınızı merakla takip ediyoruz. Tabiî olarak da evlilik konusunu düşünüyoruz. Ancak, nereden başlayacağımızı tam olarak kestiremiyoruz. Ne tavsiye edersiniz?” şeklinde bir sual yöneltildi…

Önce şu soruların cevaplarından başlamayı tavsiye ettik:

“Ailenin insanlık, toplum ve Müslümanlıktaki değeri nedir? Niçin evlenmeliyim? Evlilik, evcilik oyunu mu, yoksa imtihan mı? Bu dünyaya niye gönderildim? Yemeye-içmeye mi, evlenmeye mi, eğlenmeye mi; yoksa sınanmaya mı? Aile yuvası kurmadan huzur ve mutluluğu yakalayabilir miyim?..”

Sonra ilâve ettik:

Acaip bir san'at ve kudret mu'cizesi olarak yaratılan insanın istidat (potansiyel halindeki yetenekleri), duygu ve cihazlarına baktığımızda şunu anlarız:

“Bunlar şu kısacık ömür ve hele hele yeme-içme ve kuvve-i şeheviyenin tatmini için verilmiş olamaz. Çünkü bu işleri, özellikle hayvanlar çok daha iyi yapmaktadır. Öyle ise, bu kadar ihtimam ve bu muhteşem cihazlar, başka ulvî gayeler için olmalı. Aklımız, mantığımız, vicdanımız, dünyaya gönderilişimizin başka bir gayesi olduğunu söylüyor. Öyle ise, yaratılışın ana gayesi, iman ve ibadetle sonsuz mutluluğu kazanmak için imtihan olmalı…”

Evlilik ve aile de iman ve ibadetin bir parçası olduğunu, Taberani’nin naklettiği hadis-i şeriften de çıkarabiliriz:

“Evlenen, îmanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı hakkında ise Allah’tan korksun!”

İmtihanı kazanmanın yolu ise, ruh/duygularımızı Kur’ân’ın edep çerçevesinde eğitip, nefsimizi terbiye ile tekâmül ettirmekten geçer. Bu eğitim ve terbiyenin ilk, en tesirli mekânı, aile yuvasıdır.

***

Fani dünyanın, fani makamları için açılan “yeterlilik, üniversite, işe girme” vs. imtihanlarına var gücümüzle çalışırız. Öylesine ki, bu imtihanlardan birisine hazırlananlara, “Gel dostlarımızı ziyaret edelim, hem de gezmiş oluruz veya şu işi yapalım, sen de dinlenmiş olursun!” denildiğinde, “Bu imkânsız, gelemem, şunun şurasında kaç ay kaldı, istikbalim sözkonusu!” diyerek reddederler. Ve dur durak bilmeksizin imtihan için çalışırlar!

Halbuki, sonsuz bir mutluluk, gerçek istikbal için hayatımızın her safhasında, her halimizle imtihan olmaktayız. Sağlıkla, hastalıkla, zenginlikle, fakirlikle, varlıkla, yoklukla…

Ve evlilikle, aile yuvası kurmakla ve çocuklarla, çocuksuzlukla imtihan ediliriz:

“Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. Bakalım sabredecek misiniz?” 1

Anne-babalar; “Nasıl bir eşsiniz ve nasıl bir eş adayı yetiştiriyorsunuz?” diye imtihan olurken, gençler de:

“Nasıl bir eş olacaksınız ve nasıl bir eş arıyorsunuz?” imtihanıyla karşı karşıyasınız…

“Öyle ise gençler! Hem gençliğinizden, hem de aile yuvası kurmadan imtihan olacağınızı düşünerek hareket etmelisiniz…”

***

Sakın, aile yuvasının sorumlulukları, kimi zaman kaidelerine uyulmadığı için yaşanan problemleri veya şartları ağırlaştırmamızdan doğan aksaklıklar sizi evlenmekten alıkoymasın. Bir zaman, taksitle ev, araba alan gence sormuştum:

“Korkmuyor musun; nasıl ödeyeceksin?” Tereddütsüz şu cevabı verdi:

“Arkamda hali vakti yerinde anne-babam, akrabalarım var, çalıştığım koca şirket var, neden korkacağım!”

Şu halde masraflarından ve geçim şartlarının ağırlığından çekinip evliliği asla geciktirmemeli. Zira, Ganiyy-i Mutlak, Kadir-i Mutlak ve merhametliler merhametlisi Erhamürrâhimîn olan Rabbimiz her an yanımızda. Ki, şöyle vaad ediyor:

“Aranızdaki bekârlardan elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, lütfu geniş olan ve her şeyi bilendir.”2

Ve eğer, “Eh, artık okulu bitirdim, askerliğimi yaptım, mesleğimi elde ettim, aile geçindirecek bir iş kurdum veya buldum. Evliliğin de bir imtihan olduğunun şuuruna vardım!” diyebiliyorsanız, ne bekliyorsunuz?

Kârsız bekârlığa “Elveda!”, kârlı evliliğe “Merhaba!” deyip hazırlıklara başlayabilirsiniz!

Dipnotlar:

1- Kur’ân , Furkan, 20.
2- Kur'an , Nûr, 32.

3. EVLENMEK Mİ , EĞLENMEK Mİ İSTİYORSUNUZ ?

Bir aile yuvası kurmaya karar veren kendisine sormalı:
“Evlenmek mi istiyorum, eğlenmek mi?”

Evlilik konusuna bu açıdan bakıldığında, insanların iffetlerini, nâmuslarını, vakar ve ciddiyetlerini, nizam ve intizamı, belli prensipler dahilinde hareket etmeyi sağladığı görülür. Yâni, böylece insanlık, başıboşluktan, serserilikten, fuhuştan ve zinadan korunmuş olur. Çünkü sosyal hayatta, tarihten bu yana, aslolan iffettir, nâmustur. Fuhuş ve zina gibi gayri meşrû hayat, her toplumda bir sapma olarak kabul edilmiştir.

Evlilik, hayatın ağır şartlarını birlikte göğüslemektir. Gerçekten hayatın çok iniş ve çıkışları vardır. Zor ve sıkıntılı safhalarda eşler biri birine yardımcı olur; tesellî, destek ve güç verirler. Demek evlilik bir fedâkârlık, yardımlaşma, destek verme, canla başla çalışma ve bir şeyleri başarma okuludur.

Evlilik, edepli, faziletli, beden ve ruh bakımından sağlıklı nesiller, çocuklar yetiştirmeyi sağlar. Bunun en emin mekânı ise aile yuvasıdır. İnsanî duygular ilk önce aile yuvasında öğrenilir, eğitimi orada yapılır. Çocuğun en büyük ve ilk hocası annesidir. Bizim kültür ve inanç yapımızda yuvayı hem fizîkî, hem de manevî tehlikelerden koruyan da erkektir.

İnsan âciz ve zayıf, ihtiyaçları ise o ölçüde çok bir varlıktır. Gençliğin taşkınlıkları, hayatın problemleri, hastalıklar, belâ ve musîbetler, hattâ ihtiyarlığın âcizliğine karşı akrabalık imdada yetişir. Aksi halde, yalnız başına ihtiyaçlarını karşılayamaz, hayat standardını dengeleyemez, tabiî âfet ve insânî düşmanlarına karşı koyamaz.

Meşrû nikâh ile hayatın ağır problemlerini birlikte çözmeye karar verenler, aynı zamanda yardımcı halkalarını da genişletmiş olurlar. Akrabalar çoğalır, akrabalık bağları kuvvetleşir. Böylece insan, daha çok yardımcı bulur. İşleri kolaylaştırır. Otomatikman bir yardımlaşma, kollama, destekleme zemini teşekkül eder. Aile ve akrabalık bağları ile elde edilen çevre, nice zenginlik, hazine ve servetten daha değerli değil midir?

“Evlilik hayatı kolaylaştırır, rızkı bollaştırır” sözünün hikmeti de burada yatmaktadır. Geniş bir çevreye, geniş akraba ve dost halkasına sahip olanlar, daha rahat ve kolay iş imkânı, çalışma, yardımlaşma zemini de bulmaktadırlar.

Evlilik, çolukçocuğa bakarak, onların nafakasını kazanarak, cemiyete faydalı insan yetiştirerek haramlardan da sakındırarak sevap kazandırır. Bu da mesut ve bahtiyar olmak demektir. Peygamber Muhteşem bir aile reisi olan ve mutlu devrin zervesindeki Efendimiz (a.s.m.) kulak verelim şimdi:

“Kim gözünü yabancıdan çekmek, kendini nâmahremden korumak ve akrabalık hakkını gözetmek üzere evlenirse, Cenâbı Hak onu evlendiği kadınla, kadını da onunla mesut eder.” 1

Dipnot:

1. EtTerğîb ve’t Terhîb, 3:46.

4- Temiz bir âile yuvası için ne yapmalıyız?

Hepimiz sevmek, sevilmek, şefkat etmek, korumak, korunmak, yardım etmek, yardım almak, saygı görmek, saygı göstermek, fedâkârlık, diğergamlık gibi pekçok olumlu, ulvî, güzel duygulara sahibiz.
Sevmek ve sevilmek, en mükemmel şeklini, “Bir kalbe karşı, başka bir kalbin karşılık vermesiyle” tezahür ve inkişâf etmesiyle bulur. Yani, küfüv, denk bir eş ile…
Henüz yolun başındasınız. Temiz ve mutlu bir hayata sahip olmak istiyorsunuz. Bunun en uygun ve en münbit zeminlerinden birisi “âile,” yâni evlilik müessesesidir.
O halde kulak vermelisiniz: Eş arama ve bulmada, aile yapısını oluşturmada Batı felsefesinin normlarına göre mi, yoksa İslâmiyetin denenmiş, olumlu sonuçları alınmış ter ü taze esaslarıyla mı teşekkül ettireceğim?

Eğer medyanın kahredici Batılı hayat tarzına, kültürüne, dayatmalarına, programlarına ve beyinleri yıkayan yayınlarına kanarsanız; yanarsınız. Zira, Batı felsefesi insanın düşünce yapısını ve dolayısıyla aileyi, “Hevâ ve hevesi tatmin, nefsin istek ve arzularına cevap verme” üzerine binâ ediyor. Ki, bu aile hayatı çöktü, târ ü mâr oldu.
Batıda fert, şaşkınlığın çıkmazı içinde. Aile müessesesi, feminizmin tahribatıyla dağılmış ve parçalanmış.
Toplum, hayatı mânâsız ve sıkıntılı buluyor. İnsânî münâsebetler bitmiş.
Cinsî sapıklıklar kasıp kavuruyor.
Yalnızlık, korkunç bir felâket gibi insanları titretiyor.
Teknoloji, yeni keşif, îcad ve maddî imkânlar, onları devamlı peşinden sürükleyip “yalnızlığa” itiyor.
Moral gücüne daha fazla ihtiyaç hissederlerken, duygular “nefsî” hevesâtlarla tatmin edilmeye çalışılıyor. Bu ise onları birbirlerinden daha da uzaklaştırarak egoizm ve sefahet çirkefinin koyu karanlığına atıyor.

Yeteneğinizi yitirmemişseniz, Batı aile tipi ile Müslüman aile tipini kıyas ediniz.

Âilenin çekirdeği fert, toplumun hücresi de âiledir.
Âileye yönelik prensip ve kâideleri koyan İslâmiyet, huzurlu bir ortamın nasıl hazırlanacağını en ince ayrıntısına varıncaya kadar ortaya koymuştur.
Fertleri güzel duygu, düşünce, haslet ve ahlâk ile bezeyip süslüyor.İnsânî ve ulvî duygularını inkişâf ettiriyor.
Nefsimizi/duygularımızı beşikten mezara terbiye edip; kadınla erkeğin, âdî ve maddî çıkarlar için değil, ebedî bir hayat arkadaşlığı için, ayrılmamak üzere kaynaşmalarını emrediyor.
İslâm, ferdlerin, yalnızlık, başıboşluk, dağınıklık ve bunlardan doğan birçok kirliliklerden korunabilmeleri, sosyal hayatın düzeni, emniyet ve âsâyişin devamı için, bülûğ çağına ayak basmış olan gençlerin evlenmelerini, ev-bark, yuva kurup çoluk-çocuk sahibi olmalarını ister, tavsiye eder:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık...” 1

Gerek bu âyetin devamı ve gerekse başka âyetlerde, diğer varlıkların da bir erkek ve dişiden yaratıldığını, dolayısıyla evlenmenin, yuva kurmanın fıtrî bir ihtiyaç olduğunu gösterir.
Kur’ânî bir göz ile evlilik müessesesine bakmaya çalıştığımızda, şu hikmetlerle karşılaşırız:
“Kadınlar sizin elbisenizdir, siz de onların.” 2
Erkek ve kadının birbirinin “elbisesi” şeklinde tavsif edilmesi enteresandır. Birbirini korumak, kollamak, nâmus ve hayâ timsâli olmak, beden ve ruh sağlığını muhafaza etmek gibi...

Nikâh/resmî sözleşme ise, karşılıklı bir anlaşma, hukûkî bir akit, iki cinsin bir araya gelmesi, birbirine bağlanmasıdır.
Âile, Müslümanın bir nevî cennetidir. Âile hayatı, karşılıklı anlayış, sevgi, sadakat, emniyet/güven ve hürmetle devam eder.
Mutluluk ve huzur ise, eşler arasındaki “güven”e bağlıdır. Bu güven ve hürmet, âile hayatının dünya hayatı ile sınırlı olmayacağı inancının pekişmesi ve insanın ulvî duygularının eğitim, terbiye ile geliştirilmesiyle mümkün.

Eş arayan, bu kültüre sahip olmalı ve bu kültüre sahip olanı tercih etmeli…

Ayrıca, anne-babalar, çocuklarının nasıl bir eşle evlenmesini istiyorlarsa, onlar da çocuklarını öyle yetiştirmeye çalışmalı ve öyle evlâtlar aramaya çalışmalı.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Tahrim, 6.
2- Age., Hucûrat, 13.

5- Evlenmeden Önce Kendimizi Keşfetmeliyiz!

Anne-babamızın yardımı; birikimlerimiz veya harç-borç yaparak evlenebilir, aile yuvası kurabiliriz. Bu işin en kolay tarafı.
Zorluk ve sıkıntılar bundan sonra başlar. En önemlisi, evlendikten sonra, aile yuvasını sağlıklı sürdürebilmek; huzur ile mutlu bir şekilde devam ettirmektir.

Evet, ev “emniyet içinde barınmak için” yapılır. Bir şekilde eve sahip olabiliriz. Ama, bu evin, temizliği, bakımı, elektrik-su, ısınma ve sâir masraflarla birlikte yüzlerce kalem gideri var. Eğer, gideri karşılayacak gelir yoksa, o ev, zindana döner!
Evlilik de böyledir. Eğer ruhumuzu/duygularımızı, kalbimizi keşfedip, gereklerini yerine getiremezsek; huzurlu ve mutlu olamayız. O zaman da o evliliği sürdüremeyiz…

Birey olarak, aile olarak huzur ve mutluluğumuzun yolu; ruhumuzu/duygularımızı, mânâ âlemimizle birlikte bedenimizi, nefsî cephemizi ve aralarındaki ilişkileri tanımaktan geçer. Öyle ise kendimizi keşfetmeliyiz.

Zira, evlilikle de peşinde olduğumuz şey, huzur ve mutluluktur. Ruhumuz/duygularımız ve geleceğimizle ilgili bir sürü hayatî soru dimağımızda cirit atar.
Evlenmek ayrı, bu soruların cevaplarını vermek ayrıdır.
Üstelik “evlenmekle” bu sorulara ve problemlere daha başkalarını da ilâve ediyoruz.
Dolayısıyla şunu düşünmeliyiz: “Evlenmekle” bu soruların cevaplarını bulabilir ve hedefimize ulaşabilir miyiz? Şu sorular direkt kendimizi, evliliğimizi, aile hayatımızı etkiler:

Nasıl bir ruh/duygu yumağıyız? Psiko-biyo-fizyolojik yapımızın bedenimizle irtibatı nedir? Bunların hayatımızın şekillenmesinde; duygularımızın oluşmasında ne gibi müsbet-menfî tesirleri vardır?

Eğer hayal, hafıza, akıl, zekâ, niyet, kalb vs. gibi zihnî ve ruhî unsurlarımızı, olumlu-olumsuz duygularımızı tanıyamazsak kapasitelerini nasıl arttırabilir; dizayn ediliş biçimlerine göre nasıl kullanabiliriz?

Kalp, sevgi üretim merkezidir aynı zamanda. Onun dimağımızla olan ilişki düzeyini biliyor, daha da önemlisi bu ilişkiyi sağlayabiliyor muyuz? Zihnimizin faaliyetlerinden olan niyetimizin düşünce, davranış, fiil ve sonuçlar üzerindeki tesirleri nelerdir? Ruhumuzu/nefsimizi, duygularımızı terbiye edip tekâmül ettirmenin etkili metodu ve kısa yolu var mı?

Ruhumuzu nasıl programlayabiliriz? Nefis/ruh terbiyesinde riyâzetin, yani, az yemenin, az uyumanın, kuvve-i şeheviyeyi muvâzeneli tatmin etmenin yeri nedir? Olumlu duygularımızı yüceltirken olumsuzlarını tamamen dumura mı uğratmalıyız, yoksa kanalize mi etmeliyiz? Bunu nasıl gerçekleştirebiliriz?

Kâinattaki varlıkların en istidatlısı (sonsuz potansiyel yeteneklisi) olan insanın kendisini eğitip terbiye edebilmesi, kişisel gelişimini sağlaması, maharet ve beceri ve pedagojik formasyon kazanabilmesi için öncelikle kendini keşfetmesi gerekir.
Kendini tanımayan, yaratılış gayesini bilmeyen, kendisini yaratılışı istikametinde geliştiremeyen eşini, çoluk-çocuğunu nasıl tanıyacak, onlarla iletişimi nasıl kuracak, onlara nasıl yardımcı olacaktır?

Ruh/duygu ve psiko-biyo-fizyolojik yapıyı ve aralarındaki ilişkiyi keşfetmek bir san'attır.
Dolayısıyla ruh ve bedenimizi keşfettiğimiz oranda aile fertleri ve diğer insanlarla sağlıklı iletişim kurabiliriz. O zaman da huzur, başarı ve mutluluğu yakalarız.

Evlenmeden Önce Kendimizi Keşfetmeliyiz! ( 2 )

Kendimizle barışık olmak ve iç huzuru yakalamak için kendimizi keşfetmeliyiz. Zaten buna mecburuz. Hakkında kâfî derecede bilgi sahibi olmadığımız bir cihazı kullanabilir, istifade edebilir miyiz?

Doğumumuzdan ölümümüze dek ruhumuz/duygularımızla beraber dünya hayatını sürdüreceğimize göre, onu tanımak, keşfetmek zorunda değil miyiz? Mahiyetini bilmediğimiz bir şeyle bir arada yaşamak endişe verici, ürkütücü, korkutucu değil mi?

Ayrıca, eşimizle, çoluk-çocuğumuzla bir ömür süreceğiz. Kendimizi tanıyamazsak, onları, yakınlarımızı, akrabaları ve sair insanları nasıl tanır; nasıl kendimizi tanıtabilir ve nasıl diyalog ve iletişim kurabiliriz?

Ruh/duygularımızı keşfetmek kendimizi tanımak demektir. Kendimizi tanırsak geliştirir, olgunlaştırır ve terbiye ederiz. O takdirde kendimizle barışık oluruz. Kendisiyle barışık olan, aile fertleri ve diğer insanlarla da barış içinde yaşar.

Diğer taraftan ruhumuzu ve özellikle kalbimizi keşfedebilirsek, istidatlarımızı ve kabiliyetlerimizi geliştirir, duygularımıza hâkim olma mahareti kazanırız.

Doğru düşünme; doğru algı ve isabetli bilgiyle mümkün. Pozitif bakış, olumlu davranış ve istikamet keşifle kazanılır. Maddî-manevî gücümüzü keşfedersek, duygularımızı değiştirir, geliştirir ve kontrol edebiliriz. Mecralarını bulunca onları dengeli, ölçülü kullanmayı öğreniriz. O takdirde de hareket kabiliyetimiz artar. Dimağımızı keşfedersek, beynimizi değiştirir, hayal, vehim, hafıza, zekâ gibi aklî melekelerimizi geliştiririz.

Ruhî keşif; sıkıntı, karamsarlık, problem, hastalık ve felâketlere karşı olumlu yaklaşabilme, onlardan ders alabilmeyi sağlar. Derdi dermana, ümitsizliği ümide, günahı sevaba çevirebilme melekesi/becerisi kazandırır.

İnsanlığımızın ortaya çıkması ruhumuzun tekâmülüne bağlıdır. Olgunlaşıp mükemmelleşmek için de kendimizi keşfetmeliyiz. Mutasavvıfların “insan-ı kâmil” diye tabir ettiği seviyeyi, dolayısıyla mutluluğu, kâinatta cereyan eden hadiselerin gerçek yönünü, eşyanın mânevî sırlarını ve lâtifeleri keşfederiz.

Ruhî keşif ve tekâmül yolculuğu bize sayısız ihtiyaçlarımızı ve aczimizi fark ettirip, sonsuz kudret, zenginlik sahibine dayanmayı, O’na hakikî “kul/abd” olmayı öğretir. Bu da bize melekleri de aşan insanî bir kimlik kazandıracaktır.

Kendimizi keşfedersek, onu terbiye eder, tekâmül ettirerek manevî, ruhî, manyetik enerjimizi ve gücümüzü yükseltiriz. O takdirde de her musîbete, her olumsuz hadiseye karşı dayanır, direnç gösterebiliriz.

Kendimizi keşfedersek, içe bakış metoduyla çoluk-çocuğumuza yaklaşım tarzını öğrenir; onların eğitim ve terbiyelerinde zorlanmayız.

Kısaca, ruh/duygu ve biyo-psiko-fizyolojik yapımızı keşfetmek, hayatın gizemini çözmek ve anlamlandırmak demektir. Bu da huzur, bu da lezzet, bu da mutluluk demektir.

6- “Güzel, akıllı,kültürlü, zengin, dindar bir eş arıyorum"

Mutlu ve huzurlu aile yuvası nasıl kurulur?

Hemen her genç, mutlu bir aile yuvası kurmanın hayallerini kurar. Zamanla bu hayalleri tasavvura, karara ve nihayet plan ve eyleme dönüşür.

***

Genç adam, evlenmek için aradığı adayın özelliklerini şöyle sıralar:

“Güzel, akıllı, zeki, kültürlü, zengin, dindar…”

Bu şartları arayan adama şu soruyu yöneltin:

“Sen bu özelliklerden kaçını taşıyorsun?”

“Şey!..”

“Eğer bütün adaylar aradıkları özelliklerde senin gibi ısrarlı olurlarsa yandın!”

***

Dengeli ve sağlıklı bir evlilik için; başta adaylar, hatta adayların ailesi ve çevresi hakkında detaylı bilgiye, derin bir tetkike ve araştırmaya ihtiyaç vardır.

Eş bulmak bir san’attır. Tıpkı resim, ticaret, pazarda alışveriş, öğretmenlik bir san’at olduğu gibi…

Mutluluk, görücü usûlü ile evlilikte değildir. Görücüsüzlük ve flörtte de değildir. İkisinin dengelenmesindedir!

Ortak bir iş yeri kuracağınız veya yapacağınız zaman ortağınızda aradığınız vasıflar nelerdir?

Güzelliği, yakışıklılığı mı, boyu-posu mu, rengi mi?

***

Bir esnaf, zaman zaman kendisine ortak alırmış. Araştırmasını yapar, en sonunda da mutlaka zeytin ekmek yemeyi teklif edermiş.

Yemeğin sonunda da “Tamam ortak olalım veya hayır, seninle ortaklık yapamam!” dermiş…

Bir arkadaşı, tanıdığı birisi için, “Daha önce tanıdığım birisiyle de ortaklık ettin, zeytin ekmek yedikten sonra kabul etmiştin, neden benim dostumu kabul etmedin? Hem bu zeytin ekmek yedikten sonra buna karar vermenin hikmeti nedir?” diye ısrarla sormuş. Şu cevabı almış:

“Ben 100 gram iri, 100 gram ince zeytin alır, iyice karıştırırım. Yemeğe başlayınca ortak teklif ettiğime bakarım. Ortaklığını kabul etmediklerim, her seferinde iri zeytinleri götürüyor. Kabul ettiklerim ise, bazen iri, bazen incelerini seçiyor!”

Hayat ortağınızı seçerken, çeşitli testlere tabi tutun. Çünkü evlilik ömür boyu sürecek bir ortaklıktır.

Evleneceğiniz eş için arayacağınız şartlar ne ise, siz de onları taşımalısınız. Diyelim ki, yalnız güzelliğine veya zenginliğine bakarak evlendiniz. Sonuç ne olacak? Tahmini zor değil…

Bir ürün satın aldığınızı düşününüz… Yalnız dışı güzel, kabı parlak olduğu için mi alırsınız; yoksa kalitesine mi bakarsınız? Farz edelim ki ürünü beğenmediniz; değiştirmeniz veya yenilemeniz mümkün. Ne var ki, insan bir ürün değildir. Kâinat çapında, hatta onun da ötesinde bir değeri vardır. Evlilik ömür boyu sürdürülecek bir müessesedir. Öyle ise, ona bir eşya ve üründen daha fazla değer vermeli ve ona göre araştırmalısınız.

Boşanmaların hızla artmasının sebeplerinden birisi, belki de birincisi; saman alevi gibi parlayan aşk-meşk evlilikleridir. “Gördüm, sevdim, beğendim, evlendim!” şeklinde gerçekleşen bir evlilik, “Gördüm, sevemedim, sevgim bitti, beğenmedim, boşanıyorum!” diye neticelenebilir.

7. Evlenilecek kişilerde aranılacak temel kriterler

Evlilik ve aile müessesesi yalnızca kuvve-i şeheviyenin tatmini için tesis edilmemiş. Veya, sırf sevdiği için evlenilmez. Bunlar önemli sebeplerinden birisidir, ama, yalnızca bunlar değildir.

Cennete, Hz. Adem (as)-Hz. Havva (ra) ile tesis edilen aile yuvasının daha pek çok sebepleri, hikmetleri vardır. Evlenilecek adaylarda genellikle dört ana kriter aranır:

1-Güzelliği, yakışıklılığı,
2-Zenginliği, malı, mülkü,
3-Soyu-sopu,
4-Dindarlığı, ahlâkı.

Aile müessesesi hakkıda da tüm insanlığa rehber olarak gönderilen yüce Nebi (asm), bu maddelerden “dindarlığın” tercih edilmesi tavsiyesinde bulunur:

“Dindarlığını, ahlâkını beğendiğiniz bir adam sizin âilenizden bir kıza tâlip olursa, onunla evlendirin. Şâyet bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve bozgunluk olacaktır” 1 şeklinde de ikaz eder.

Burada “dindarlık”tan maksat, yalnızca “başörtüsü örtmek” gibi şekilden, görüntüden veya sadece “dine meyyal bir çevreden” gelmekten ibaret değildir.
Dindarlık, iman esaslarını kabul ile tahkikiye çevirmek; İslâm şartlarını yerine getirmek olduğu gibi ; hayatının tüm safhalarını Kur’an ve Sünnet-i Seniyye’ye göre yaşamaktır.

-Karı-koca olarak eşlerin birine karşı olan vazifelerini yerine getirmek,

-Anne-baba, çocuk, eş, kardeş, insan, hatta hayvan ve eşya haklarına riayet etmek,

-Sosyal münasebetlerin nezaket ve nezahet içinde yürütülmesi,

-Alış-verişini dosdoğru yapmak, herkese imanın özelliği olan hürriyet çerçevesinde yaklaşmak,

-İnsanlığa faydalı olmak da dindarlığın gereğidir.

Kimi zaman, “Deliler gibi seviyorum, öyle ise evlenmeliyim!” diye tutturulur. Halbuki, deliler gibi değil, “akıllılar gibi sevmeli.”
Yani, kimi, ne kadar, niçin ve kimin hesabına sevmemiz gerektiği de bu dindarlığın içindedir.

Sırf sevdiği için veya güzelliği için evlilik tercih edilmez, edilmemeli.
Bu durumda duygu sapması yaşanır. Özellikle gençlik ve evlilik aşamasında. Zaten bir kişi veya nesne yalnızca güzelliği için sevilmez:
Ya lezzetinden, ya menfaatinden, ya güzelliğinden veya mükemmelliğinden dolayı sevilir.
Meselâ bir eserden istifade etme imkânı yoksa güzel de değilse, fakat mükemmel, kusursuz ise, yine de o eser bu sıfatından dolayı sevilir.

Diğer taraftan iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kaleler de sevgi sebebidir. 2

Öyle ise, evlenmek için adaylarda sırf güzellik veya zenginlik kriter olamaz, olmamalı.
Ahlâkı, bilgisi, dürüstlüğü, anlayışı, feraseti, becerisi, akıllılığı zekâsı, vs. gibi özellikler nazara alınmalı. Ki, bunlar da dindarlığın unsurlarındandır.

Evlilik, imtihanı kazanmak, neslin devamını sağlamak, dinini yaşamak, huzurlu ve mutlu olmaktır.
Kimi zaman yaşayarak, kimi zaman gözlemleyerek öğrendik ki, “güzellik ve yakışıklılık” bunları temin edemez. Zaten bunlar geçici şeylerdir. Meselenin bu boyutlarını çevrenize bakarak, akrabalarınızın aile hayatına inceleyerek anlayabiliriz:

Sırf güzelliği, malı ve soyu-sopu için evlenenlerin aile hayatı kısa zamanda alabora olmuştur.
Ama, dindarlık ve ahlak üzerine ( sadece görüntü değil ) bina edilen bir aile müessesesi, diğerlerine nazaran gayet huzurlu ve mutlu bir şekilde devam ediyor.

Bir erkek, kendine denk ( küfüv ) ve Kur’an ile Sünnetin ortaya koyduğu kriterlere uygun bir eş bulana kadar, kendisini işine, hizmetine vermeli.
Zaten, bir mevzua yoğunlaşmak, diğer meseleleri geri plana iter. Bu arada, kuvve-i şeheviyenin taşkınlıklarından korunmak için de Peygamberimizi (asm) dinlemeliyiz:

“Kimin maddî imkânı varsa hemen evlensin. Kim maddî imkân bulamazsa oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehvet kırıcıdır.” 3

Bir bayanın, yakışıklı, fakat, ahlâkî zaaflarla malül biriyle evlenip, hem dünya hayatını zehire çevirip, hem de sonsuz hayatını mahvetmektense ; nafakasını kendisi temin edip mücerret kalmayı tercih edebilir.
Aile müessesesinin zedelendiğini gözlemleyen Bediüzzaman Said Nursi :
“Dindar kadın, İslâmî terbiyeden nasibini almayanla evlenmek yerine nafakasını kendisi temin etmelidir” 4 tavsiyesinde bulunur.

Dipnotlar:

1-Tirmizî, Nikâh 3.
2-Hutbe-i Şâmiye, s. 58.
3-Kütüb-i Sitte, c.17, s. 187.
4-Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyatı, Alman Baskı, s. 293.

8. Eş seçiminde ebeveynin rolü ne olmalı?

Hemen her meselede aile bireyleriyle, özellikle anne-baba ile istişare etmek çok önemli. Meselâ, meseleleri birlikte müzakere, istişare etmek hayatî ehemmiyet arz eder.

Unutmayalım ki, anne-babalar çocuklarını kıskanmaz; kendilerinden üstün olmasını, huzurlu ve mutlu olmalarını isterler. Bunun için güçleri ölçüsünde her çabayı harcarlar.

Eğer düşüncelerinizi, aile değerlerini onlarla paylaşırsanız, size her türlü desteği verirler.
Hayata atılma (iş yapma, çalışma, evlenme ve aile hayatı kurma) konularında onlarla konuşup müzakere edin. Herkes düşüncelerini, beklentilerini ortaya koysun.
Bunlara uyup-uymama, yani karar, size aittir.

Eğer bir aile iseniz ve eğer “aile”, dayanışma, yardımlaşma, birbirine destek verme, birbirine saygı ve sevgi paylaşımı ise; birlikte karar vermelisiniz.

Evlilik ve eş seçimi meselesinde hep birlikte adaylar üzerinde dikkatli, uzun, tatmin edici araştırmalar, tahliller, değerlendirmeler yapıp, ailenin ortak kararını almalısınız.
Çünkü, bu karar tamamen çocuğa bırakılamaz veya anne-babalar kendi isteklerini dayatamaz.

Zira, evlilik yalnız evlenenleri ilgilendirmiyor ve bu süreç yalnız başına devam etmeyecek.
Aile ile birlikte, diğer aile de işin içine girecek. Ve her türlü ilişki ve iletişim hayat boyu devam edecek.
Öyle ise, eş seçimi, ailenin ortak kararı olmalı.

Bu süreçte aile zaten çocuğun yanındadır ve yanında olmak zorundadır. Ancak, sonuçta son karar çocuğun kendisine bırakılmalı. Çünkü, bu hayatı yaşayacak olan da odur.

Araştırma ve tahliller iki koldan yürütülmeli.
Mesele ailece masaya yatırılmalı; sentezler yapılmalı.
Adayların kişilikleri, yetiştiği çevre, ailenin yapısı bütün detaylarıyla konuşulmalı ve ortaya konmalı.

Sonuca birlikte varılmalıdır.
Ama, en son karar, evlenecek kişiye bırakılmalıdır. Çünkü, hayat onun hayatıdır.

9. Görücü usûlü mü, flört evliliği mi?

“Sevgi ve saygımı kaybettim!”

“Mutsuzum!”

“Geçimsizlik canıma tak etti!”

“Zaten istememiştim, beni mecbur ettiler…”

Evliliğin bu feci akıbetlere dayanmaması için bütün gücümüzle isabetli bir eş seçimi yapmalıyız.
Görücü usûlü mü, yoksa, flört usûlsüzlüğü veya kendi başına karar vererek mi gerçekleştirilmeli.

İşte, Aileden Sorumlu Devlet eski Bakanı Nimet Çubukçu’nun açıkladığı Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğünce yapılan ‘’Boşanma Nedenleri’’ mevzulu araştırmanın mevzumuzla ilgili sonucu:

Türkiye’deki boşanma oranı binde 1.4.
En önemli faktör geçimsizlik.

Geçimsizliğin sebepleri:

Uyumsuzluk, ilgisizlik, sorumsuzluk, eşler arasında kopukluk, kıskançlıklardan doğan anlaşmazlıklar ve ekonomik sıkıntılar…

Araştırmanın en çarpıcı sonuçlarından birisi :

“Boşananların büyük bölümünün, tanıştırılarak veya bir süre flört ettikten sonra evlenenlerde görülmesi. Yani, boşananların yüzde 90’ı evlilik kararını kendileri vermiş. Boşanmış kadın ve erkeklerin evlenmelerinde birinci sebep olarak da ‘aşık olmak’ şeklinde belirtilmiş.’’
(Evlenirken bir düşünmek, bin araştırmak gerekirken; “bin düşünmek, bir araştırmak” olarak gerçekleşiyor. Çabuk evlilikler, çabuk boşanmalara sebep oluyor.)

Geçimsizlik, ekonomik değil, sosyal. Zira, boşanmaların birinci sebebi ekonomik değil, eşlerin biribirinin beklentilerine cevap vermemesi.
Geçimsizliğin temel sebebi, uyumsuzluk, küfüvsüzlük, dengesizlik.
Uyumsuzluğun ana sebebi ise, egoizm ve hedonizm.

Peki, uyumlu, ilgili, sorumlu, hak, görev ve mesuliyetlerini bilen bir eşi genç duyguların hakim olduğu, akıl ve mantığın geri plana itildiği bir devrede yalnız başına tesbit edebilir mi?

Oysa, flörtte, mahremiyet sınırları yoktur, nefsânî yönden biribirinden istifade ettikten sonra, bıkıp-usanmak veya herhangi bir sebepten dolayı ayrılmak mümkündür...
Bunun ise detaylarına girmiyoruz. Çünkü, mahzurları ortadadır, herkesin idrâk edeceği kadar açıktır.

Kaldı ki, flört dönemi-diğer mahzurlarını bir tarafa bırakırsak-maskelerin takınıldığı veya duyguların önplana çıktığı bir devredir.
Bir insandan hoşlanmak başka, tanımak başka bir şeydir.

Şöyle düşünün:

“Sizden hoşlanan birisi sizi ne kadar tanıyor?”

Bilgi düzeyinizi, olumlu hasletlerinizi, olumsuz duygularınızı, zaaflarınızı, eksiklerinizi, kısaca kişiliğinizi…
Demek, yapacağınız şey danışmak, yani, meşveret etmek ve detaylı bir araştırma yapmaktır.
Öncelikle de ailenize danışmalısınız. Çünkü, herkesten ziyade onlar sizi sever, korur, tanır, bilir. Hatta, en ziyade sevdikleri hayatlarını sizin için feda eder. Sizi kıskanmayan yegâne varlık, “anne-babanız”dır.

Evet, flörte dayalı araştırmalar, duygusal ve hissidir.
Duygusul evlilikler de hissi sebeplerden dolayı yıkılır. Çünkü, insanın duyguları aynı kararda devam etmez.
Olaylar, problemler, zaman, duyguları aşındırır, yok eder. O zaman, sevgi de, aşk da kaybolur.

Şu halde, duygunun yanında, “akıl ve mantık” da olmalıdır. Bu da ancak ailece alınan “ortak akıl”dır.
Kimi zaman sosyetik çevreler veya zengin kesimler görücü usûlü evlilikleri tenkit eder. Halbuki, fabrika, şirket, holding sahibi iş adamlarının veya çocuklarının evliliklerine bakınız; çoğu görücü usûlüyle ve ailenin tasvibiyle gerçekleşmiyor mu?

Gayet tabiî ki, onların bu tavırları bizim örneğimiz olamaz. Aileler ve gençler şuna karar vermeli:
Evlilik gibi, bir hayatı, hatta, sonsuz hayatı, aileleri ilgilendiren bir meselede karar kimin olmalı?
Gençlerin mi; ailelerin mi?

Eş seçiminde aileler gençleri yalnız başına bırakamaz, mutlaka onlara destekçi olmalı. Tecrübelerini aktarmalı, maddî ve manevî yardımlarını esirgememeli.
Tabiî ki, nihaî kararı çocuklara bırakmalı.
Çünkü, bu hayat onların…

Eğer, genç; “sevgi, şefkat ve hamiyet”ten kaynaklanan ailenin ortak akıl sonucunda vardığı sonuca aykırı hareket ederse, o zaman da şu kaide geçerli olur artık:

“Kendi rızasıyla zarara girenin lehinde bakılıp acınmaz!”

10. Eş adaylarını değerlendirmede de âdil olmalı

En önemli meselelerden birisi de, eş aramada adayların, muhatapların, danışmanların ve meşveret edilenlerin (aracıların) dosdoğru hareket etmesidir.
Adaylar kendilerini tanıtırken veya yakınları tanıtırken, asla mübalâğaya kaçmamalı ve zaaflarını da dile getirmelidir.

Aksi halde, karşıdaki aldanmışlık psikolojisine girer. Ve bunun intikamını nasıl alacağı hiç belli olmaz! Kendisini aldatanlara hayatı zindan edebilir!
Adalet yalnızca mahkemelerde tecellî etmez, etmemeli. Hayatın bütün katmanlarında âdil olmalıyız. İnsanları değerlendirirken, hak ve hürriyetlerine riâyet ederken…
Dolayısıyla aday tanıtımında da İlâhî adalet prensibi işletilirse, sonuç, her iki taraf için de hayırlı olur.
Takip edelim:

“Ey imân edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şahitlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir.” 1

Zaafları saklayarak, kusur ve hataları örterek, yalanlar üzerine binâ edilen bir evliliğin ne hayrı, ne feyzi, ne bereketi olur!

“Mübalâğa ihtilâlcidir.”
Eş adaylarında olmayan vasıfları varmış gibi göstermek, olumsuz sonuç doğuracağı, aile hayatını zedeleyeceği açıktır.
Dolayısıyla her şeyi ve herkesi olduğu gibi vasıflandırmak gerekir. Bu zaten hakperestliğin gereğidir. Olmayan vasıflarla tavsif etmek, ayrıca yalancılıktır. Mübalâğa ve yalanlarla kurulan bir yuva huzur ve mutluluk getirir mi?

Ancak, eş adayı arayışında insan hâl ve davranışları, yâni, hatâ-sevaplarının değerlendirilmesinde âdil olunurken, insaflı da olmalıyız.
Unutmuyoruz ki, insanız ve hatâdan hâli değiliz. Hepimizin zaafları var. Öyle ise şu prensipleri nazara almalıyız:

Bir insanın bütün halleri yüzde yüz doğru olması mümkün değil. İnsan tamamıyla olumlu duygulardan örülmüş bir varlık değil. O takdirde melek olurdu!

Eğer bir adayın, iyi yönleri, olumlu duyguları olumsuz yönleri ve duygularına kemiyeten/sayı veya keyfiyeten ziyade gelse, o muhabbete ve hürmete müstehaktır.
Kimi zaman çok iyi bir haslet, diğer olumsuzlukları kapatabilir.

Bir adayın gerçekten bir sıfatı çok olumsuz da olsa, o sıfat sahibi tamamen olumsuz olarak değerlendirilemez.

Güzel hasletleri çirkin hasletlerine, iyi yönleri kötü yönlerine üstün gelenler, iyi olarak değerlendirilmelidir.

Hepimiz zaman zaman hata yaparız. Ancak, özür dilemesini bilmeliyiz.
Nefsini itham eden kusurunu görür.
Kusurunu itiraf eden istiğfar eder.
İstiğfar eden istiâze eder.
İstiâze eden şeytanın şerrinden kurtulur.

Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur.Ve kusurunu itiraf etmemek büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse affa müstehak olur. 2

***

Meşhur bir dokumacı, dokuduğu kumaşı satmış.

Daha sonra o kumaş parçasında bir kusur görülmüş ve geri çevrilerek bedeli istenmiş. Dokumacı parayı vermiş, fakat gözlerinden yaş gelmiş. Sormuşlar:

“Niçin ağlıyorsun? Kumaşı geri verdik diye ise, üzülme. Alıp gidelim ve paranı geri verelim.”

Dokumacı:

“Hayır, kumaş için ağlamıyorum” demiş. “Onun bir kusuru görüldü ve geri çevrildi. Fakat ya ömür boyu yaptıklarım Allah’a arz olunduğu zaman, böyle bir kusur yüzünden geri çevrilecek olursam, ne olur benim hâlim? Ben bunu düşündüm de ağladım. Hayat, kumaş gibi değil ki, düzeltilsin ya da tekrar dokunsun. O, sadece bir kere gelir geçer.”

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Nisâ, 135.
2- Lem’alar, s. 91.

11. Evlenecek adayların birbirini tanıma ve görme adâbı

Kimi zaman, kimi gençler, hayatının dönüm noktasını teşkil edecek eşini tanıma ve görmek için haya ve hicap perdeleri aralayamıyor, veya tamamen perdeleri yırtıyor!
Bu, diğerleri gibi, hâyâ duygusunun da sapmasındandır.

Hâyâ, meşrû işlere, meşrû çerçevede kullanılmalı.
Ne var ki, birçok gencimiz, hicap perdelerine sarılıp boğuluyor! Şüphesiz ki bu “dinin” değil, çarpık eğitimle terbiyenin, örf ve geleneklerin baskısından kaynaklanıyor.

Dinimiz, her meselenin meşrû çerçevede, meşrû zeminlerde, meşrûiyet içinde tartışılmasını, konuşulmasını, öğrenilmesini, öğretilmesini emreder, öğütler.
Evlenmek, âile müessesesini ihya etmek, dinimizce mukaddes sayılmış; teşvik edilmiştir.

Öyle ise bu konuda çekingen değil, bilâkis cesaretli davranmak gerekir.
Çevrenin bâtıl ve yanlış baskılarını da aşmak için, müsbet bir şekilde mücâdele vermek, zaten herkesin vazifesi. Çünkü burada “emr-i bil-ma’rûf veya nehy-i anil-münker” söz konusu.

Evlenmek için adayların biribirini görmeleri, fikir sahibi olmaları, İslâmın “Eş seçme hürriyetinin” bir gereğidir.
Görmeden, tanımadan gerçekleştirilecek evlilikleri Kur’ân ve Sünnet zorbalık olarak değerlendirir ve buna asla cevaz vermez!
Bazı çevre ve bölgelerde kıza veya erkeğe sormadan böyle bir davranış içine girmeleri, İslâmiyet’i bağlamaz. O hareket, yanlış bir gelenek ve anlayıştır.
Gelenek ve cehâletten kaynaklanan yanlışlıkları, İslâmiyete fatura etmek, cinâyettir. Tıpkı, yanlış teşhis koyan ve yanlış ameliyat yapan doktorun hatasını, tıp ilmine mal etmek gibi...

Hiçbir erkek ve kız, istemediği kişi ile zorla evlendirilemez.Kişi, hayatını birleştireceği insanı görmeli.
Sadece görmek yetmez. Mutlaka biribirinin huyu, suyu, beklentileri, düşünceleri, hayata bakış açıları, hatta aileleri hakkında teferruatlı bilgiye sahip olmalı.
Ta ki, hayalî bir evlilik olmasın ve sonradan hayal kırıklıkları yaşanmasın.

Cemiyetin, sosyal yapının ana direği âiledir.
Dünyevî ve uhrevî saadetin kazanılması, sağlam bir âile yuvası kurmaya bağlıdır.
Muhkem bir yuvanın da kurulabilmesi için, tarafların denk olması gerekir. Bunun tesbiti için de, tarafların biribirini görmesi, araştırması lâzım değil, elzemdir!

Evlilik, âhiret âleminde de sürecek ebedî bir akittir. Elbette, evlenecek olan insanların biribirini görüp, gönüllerinin ısınıp, ısınmadığının tesbitini yapmaları şart.

Kur’ân ahlâkını yaşayan haya ve edep timsali Peygamberimiz (asm)
“Allah bir kişinin kalbine bir kadınla evlenme isteği koyduğunda ona bakmasında bir sakınca yoktur” 1 tavsiyesinde bulunmuştur.

Hatta, yüzüne, boynuna ve ayaklarına bakmasına da izin verilmiştir.
Hz. Enes’in (ra) rivayetine göre, Hz. Peygamber (a.s.m.) Ümmü Süleym’i, bakması için bir kadına göndermiş ve '‘ Ökçe üstü ayak kirişlerine bak boynunu kokla” 2 Bir başka rivayette, “dişlerini kokla” buyurmuştur.

Âlimlerin ekserisi, “yalnız el ve yüze bakılabilir” derken, Evzâî ve Ahmed bin Hanbel, “baş, kollar, dize kadar ayakların da görülebileceğini” ifâde eder.

Bir başka hadis-i şerîfte, rehber-i ekmel olan Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurduğunu Ebu Hureyre (r.a.) şöyle nakleder:

“Rasulullahın (asm) yanında bulunuyordum. Birisi gelerek, Ensar’dan bir kadınla evlenmek istediğini ona iletti. ona:

“O kadını gördün mü?” diye sordu. O zât:

“Hayır; görmedim” cevabını verdi. Bunun üzerine:

“Öyle ise git onu yakından gör. Çünkü Ensar’ın gözlerinde biraz kusur olabilir.” 3

Kız, erkek her iki taraf da biribirine mahrem sınırlar, yâni meşrû çerçevede bakabilir, konuşabilir, meseleleri müzakere edebilir, hatta etmelidirler.
Yüz, el ve boya bakmak zaten kâfi miktarda fikir verir.
Her iki taraf da araya aracı koyabilir, biribirleri hakkında malûmat sahibi olabilirler.
Erkeğin erkeğe, kadının da kadına diz ve göbek arasındaki kısım hariç, biribirine bakması caizdir.
Gizli ve habersiz (başka fitnelere kapı açılmaması durumunda) bakış da, “evlenmek kastı” ile olursa meşrû kabul edilmiştir. Hattâ, Peygamber Efendimizin (asm) ifâdesiyle, “Bu anlaşıp mutlu olmanız için daha uygundur” 4 zarûrîdir.

Siz bu konularda hassas olduğunuz gibi, başkaları da hassastır. Nihayet, bu meseleler hayatın bir zaruretidir ve hepimizin uyması gereken meselelerdir.
Yalnız, İslâmiyetin çizdiği çerçeve içinde kalınırsa, “görme, nişan ve evlilik” meselelerinden herhangi bir fitne çıkmaz, yanlış anlaşılma olmaz ve hicap duyulmaz.
Aksi halde, fitne-fesat karışabilir.

Burada asıl olan husus, dindarlık, siret, ahlâk, iç güzelliğinin yanında; suretin; yani, boy-pos, endam, fizikî yapının da önem arz ettiği ve denkliğidir.

Dipnotlar:

1- İbn-i Mâce, Nikâh: 9.
2- İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, s. 22.
3- Müslim, Nikâh: 74.
4- Nesâî, K, Nikâh 17; Tirmizi, Nikâh, 5.

12. Nişanlıların birbirini tanıma prensipleri

Adamın birisi, zenginliği ile övünüyordu:

“Şurada bir villam var, filân şehirde bir çiftliğim var, falan yerde de bir apartmanım!”

Ona: “Öbür taraftaki köşk ve çiftliklerden haber ver!” denildiğinde suspus olur.

***

Kendimizi tanıtırken kimi zaman güzelliğimiz, yakışıklılığımız, kimi zaman malımız, mülkümüz, arabamız, kimi zaman zenginliğimizle övünürüz.
Oysa, buna hiç hakkımız yoktur. Çünkü, ne bunlar, ne bunları elde ettiğimiz akıl, zekâ ve gücümüz bizim eserimiz değildir.
İnsan kendisinin yapmadığı bir şeyle nasıl övünür? Öyle ise bütün övgü onları bize ihsan edene olmalı değil mi?
Özellikle şu vecizeyi her zaman görebileceğimiz bir köşeye çerçeveletip asmalıyız:

“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!” (Mesnevi-î Nûriye, s. 122)

Nişanlılar birbirini tanımak için nasıl bir metot takip etmeli?

Kız-erkek, nişanlı, sözlüler; yakın akrabaları ve arkadaşları olmadan, erkek veya bayanın yalnız başına, kapalı yerlerde bir arada bulunmaları oldukça riskli!
Erkek-kadın münâsebetleri meşrû sınırlar içinde olmazsa, vahim sonuçlar doğurduğunu, problemler yumağına sebebiyet verdiğini hemen her gün kitle iletişim vasıtaları ilân ediyor.
İşte bu ve benzeri muhtemel tehlikeleri nazara alan İslâmiyet, yalnız başına birlikteliği izin vermemiş.
Şu hâlde, nişanlı, sözlü veya bayan-erkek arkadaşlığı, “zarûret” sınırları içinde ve “meşrû” çerçevede olmalıdır.

Tanıma ve tanıtma aşamalarında dikkat etmemiz gereken prensipler nelerdir?

* Hayatınızı başkalarınki ile karşılaştırmayın.

* Kendinizi abartmayın, her şeyi olduğu gibi tavsif edin; sınırlarınızı bilin.

* Sakın kendinizi gerçek dışı vasıflarla tanıtmayın.

* Maske takmayın! Olduğunuz gibi görünün, göründüğünüz gibi olun.

* Muhatabınızı ihmâl edip, kendinizi çok ciddiye almayın. Bilâkis onu ciddiye alın.

* Kıymetli zamanınızı ve enerjinizi gevezelikle, dedikoduyla boşa harcamayın.

* Hayâl kurun, ama, hayâlperest olmayın. Nişanlınıza hayâllerinizden bahsedin, ama, arzu ve hayâllerinizi fikir diye sunmayın.

* Aşırı, yersiz ve dayanaksız kıskançlıklara girmeyin.

* Hatasız, kusursuz eş aramayın. Çünkü, siz de öyle değilsiniz.

* Nişanlınıza geçmişteki hatalarını hatırlatmayın, hatta unutun.

* Muhatabınızı problemlerin tek kaynağı olarak görmeyin, sizin de payınız var.

* Bu dünyaya ilim ve duâ vasıtasıyla gelişmeye, olgunlaşmaya geldiğinizi; dolayısıyla hayatın bir okul olduğunu biribirinize hatırlatın.

* Problemsiz, sıkıntısız bir aile yuvası kuracağınızı düşünmeyin.

* Kahkahalarla gülmeyin, ama, devamlı gülümseyin, mütebessim olun.

* Her konuda aynı şeyleri düşünmek zorunda değilsiniz. Her tartışmayı kazanmak durumunda da değilsiniz. Aynı fikirde olmamak için anlaşabilirsiniz.

* Her şeyin en güzelini, en iyisini arayın. Ama, iyi ile ve güzelle yetinin.

* Nişanlınızı ara sıra, ailenizi sık arayın.

* Unutmayın ki, hiç kimse mutluluk veya mutsuzluğunuzdan sorumlu değildir.

* Eşsiz eş arayan eşsiz kalır.

* Araştırarak, prensiplere uyarak bulduğunuz eşin, dünyada bir eşi yok, buna inanın.

13. Nişan, nihaî karar değildir!

Birbirini görüp, tanıdıktan ve sağduyularıyla “Evlenebilirim!” kararını verdikten sonra, sıra nişanda.

Nişan, sünnet ile de sabit.

Bütün hayatı, iffet ve ahlâkın zirvelerinde olan yüce Nebî’nin (asm) Hz. Aişe vâlidemizle üç yıl nişanlı kaldığını1 temel kaynaklar naklediyor.

Nişan, aynı zamanda yerleşmiş örfî ve güzel bir uygulama.

Hukûkî bir bağlayıcılığı olmamakla birlikte, ahlâkî ve dinî bir noktada kabul görmüş bir müessesedir.

Nişanlılık, “Kesin evleneceğiz!” demek değil. Nişanlılık, gençlerin ve ailelerin birbirini daha iyi tanıma devresidir. Yani, “Evlenip evlenmeyeceğimize sonra karar vereceğiz!” demektir.

Nişan, adaylara, birbirini, ailelerini ve çevrelerini daha iyi tanıma fırsatı verir.

Ne kısa, ne uzun tutulmalıdır.

Önemli olan, adayların hiçbir şüphe ve vesveselere meydan vermeyecek şekilde birbirini tanımaları ve hür irade ile karar verebilmeleridir.

Evlenecek adayların birbirini ve aile çevrelerini tanımaları son derece önemlidir. Zira evlilik, basit bir alışveriş veya kısa bir birliktelik değildir. Hem dünya, hem de sonsuz hayatın huzur ve mutluluğuyla veya şekavet ve mutsuzluğuyla ilgilidir.

Kılı kırk yararcasına bir tanıma devresi olmalıdır nişanlılık. Nişanlılıkta adaylar birbirini yakînen görür. Duyguları, düşünceleri, hayat felsefeleri, meselelere bakış açıları, hedefleri hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olabilirler.

Aileler de, birbirini tanır ve kaynaşıp kaynaşmayacaklarını test ederler.

Burada en önemli husus, tarafların açıklık, şeffaflık prensibini işletmeleridir.

Herkes düşüncelerini, eksiklerini, zaaflarını rahatlıkla ortaya koymalı.

Tâ ki, aldatılmışlık ve aldanılmışlık duygusu ortaya çıkmasın. Zirâ, bunun nasıl sonuçlar doğuracağını kestirmek zor. Evlendikten sonra, nasıl olsa her şey ortaya çıkacaktır.

Evet nişanlandık, ama, bu nihâî bir karar değil, bu bir tanıma ve karar verme sürecidir. Nişanlılık devresinde, adayların, âilelerin birbirini daha iyi tanımalarına iyi bir fırsattır. Nikâh kıyarak, bu fırsatı büyük mahzurlar getiren bir duruma düşürmemek gerekir.

Zirâ, adaylardan birisi herhangi bir sebepten dolayı evlenmek istemeyebilir, kanı ısınmayabilir veya karşı tarafın aile hayatını, eğitim ve terbiye metodunu uygun bulmayabilir.

Nişanlılık merasimi için ve bu sürede birbirine çok ağır şartlar ve hediyeler vermekten de sakının.

“Mutlu Çağın” en mutlu, en bahtiyar aile reisi ve muallimi, rehberi Peygamberimiz (asm), “En hayırlı evlilik, en kolay olanıdır” buyurdu.

Öyle ise, nişanlılık çok daha kolay olmalı. Unutmayın, nişanlılık nihaî bir karar değil ve bozulma riski de taşır. Dolayısıyla, ağır şartlar ve hediyeleşmeler, ağır sonuçlar doğurabilir.

Dipnot:

1- Ebû Dâvud, Nikâh: 31.

14. Nişanlılık bozulunca…

Evlilikte de nasip ve kısmet cephesini asla unutmayalım. Çünkü, her şey Allah’ın dilemesiyle olur.
Zira, yegâne Mürid ve sonsuz kudret sahibi O’dur. Biz ise, sonsuz derecede âciziz.
Mikroskopla on binlerce defa büyütülüp ancak görülebilen bir mikrop bizi yerden yere seriyor.
Yediğimiz yemekten bile haberimiz yoktur. Lokmaları atıştırıp, gerisine karışmıyoruz.
Her şey yerli yerinde hareket ettiğine göre; birisinin dilemesi ve kudretiyle olduğu apaçıktır.

Öyle ise, her işimizin Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu bilip “İnşallah” demelidir. Kur’ân da bunu emrediyor:

“Hiçbir şey hakkında ‘Yarın bunu muhakkak yapacağım’ deme. Ancak, ‘İnşaallah’ deyip Allah’ın dilemesi şartına bağlarsan müstesnadır. Unuttuğun zaman da yine, Rabbini an ve ‘Umulur ki Rabbim beni bundan daha hayırlı ve doğru yola eriştirir’ de.” 1

***

Adamın birisinin dindar bir hanımı varmış. Her meselede “İnşaallah” dermiş. Başkasının da söylemesini istermiş. Çünkü, “İnşaallah!” demek farz. Kocası ise buna fenâ halde sinirleniyormuş.

Bir gün hanımına, “Ben tarlaya gidiyorum, iki saat sonra geleceğim!” demiş. Hanımı:

“‘İnşaallah’ de, bey!” demiş.

“Ne İnşaallah diyeyim. Hava gün güneşlik, gider gelirim!”

Gitmiş. Az sonra hava kararmaya, müthiş bir rüzgâr esmeye ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlamış. Kendisini kulübeye zor atmış. Sicim gibi yağmur akşama kadar devam etmiş.

Geç vakitler eve dönen adam, “Güm, güm, güm!” diye kapıyı çalmış. İçeriden hanımı seslenmiş:

“Kim o?”

“Aç hanım aç, inşaallah ben geldim, inşaallah ben geldim!”

***

"Nişanlılık, nihâî bir anlaşma değildir" demiştik.
Şu halde, adaylar biribirini tanıdıktan sonra, ister duygusal, ister başka haklı gerekçelerle evlenemeyecekleri kanaatine varırlarsa, başta taraflar olmak üzere herkes bu karara saygı duymalı.

Yapay, sun’î girişimler ve gerekçelerle nişanlılığı devam ettirmenin vahim sonuçlar doğuracağı unutulmamalıdır.
Hem şunu düşünmeli:

Nişanlılık devresinde ciddî problemler, bakış açıları, yaklaşım tarzları ortaya çıkmışsa; evlilikte bunu katlarcası sökün edecektir. Zira, o zaman “nikâh bağının” verdiği güçle, çok daha ağır beklenti ve davranışlara girilebilir.

Burada nişan bozulunca, bu meseleyi de İslâm hukukuna göre halletmeli.
Hâkim, İslâm olmalı.
Zira, insanlar nefsi, indi, hissi, duygusal yaklaşır, adalet edemez.
Acaba, nişan bozulunca nasıl yaklaşılmalıdır? Nasıl bir tavır, ahlâk, huy sergilemelidir?

* Tarafların birbirini incitmesine gerek yok.

* Evlilik, bir nasip ve kısmet işidir. Bunun için atalarımız, düğünü tamamlanmış, atına binmiş gelin adayı kız için, “Ya kısmet!” derlermiş.

* Hiç şüphesiz, bu meselelerde kaderin de bir tesiri vardır.

Birbirine verilen hediyeler ne olacaktır?

* Erkeğin, mehre dahil olarak sözlü veya nişanlısına vermiş olduğu şeyler, isterse kullanma ile değişmiş olsun, mevcut ise aynen, değilse bedeli geri alınabilir ve iâde edilmeli.

* Erkeğin vefatı hâlinde iâdeler vârislerine intikal eder. Yâni, bu durumda da hediyeler geriye verilmeli. Erkeğin varisleri onları alır.

* Kızın vefatı halinde iâdeler, terekesinden alınır.

* Kızın sözlü veya nişanlısına verilen hediyeler, bağış hükmüne girerler.

* Bir kimse, evlenmek istediği kadına nişan nâmına bir miktar eşya verip de, sonra nikâhtan vazgeçerse ve eşya mevcut ise geri alabilir. Kadın da bunlara karşılık olarak gönderdiği şeyleri mevcutsa geri alabilir.

* Adaylardan birinin diğerine hediye olarak verdiği şey, yok olsa veya kullanılmış ise veyahut hediye alınan tarafın mülkünden çıksa, artık hediye eden tarafın geri almaya hakkı kalmaz.

Dipnot:

1- Kur’ân, Kehf, 23-24.

15. Nişanlılıkta dinî nikâhtan sakının !

Bazı aileler, nişanlıların daha sık görüşebilmeleri ve haram işlemelerini önlemeye yönelik, güya “imam nikâhı” tedbirini alıyor. Oysa, resmî bir bağlayıcılığı olmayan bu nikâhtan sonra, fecî sonuçlar doğabilir.

Terazilerin bozulduğu, ölçülerin yitirildiği, nefsi arzu ve isteklerin, olumsuz duygu ve hasletlerin tamamen başıboş kaldığı, ahlâksızlık bombardımanının yaşandığı bu zeminde, nişanlılık münâsebetleri de ince bir çizgiyi takip ister.

İki şahit huzurunda (şahitler bunu ilân edecek, kamuya mal edecek mahiyette olmalı) tarafların kabul-icap şartlarını yerine getirdikleri nikâh, meşrû nikâhtır.
Bunun dinisi, imamlısı, imamsızı olmaz.

Nişanlılık devresinde, yalnızca “dini nikâh, imam nikâhı” son derece sosyal, hukukî birçok mahzurlar taşır.
İmam nikâhının / dinî nikâhın devam etmesinin sebebi şudur:

Cumhuriyet öncesinde, nikâhı belediye memurları yerine, resmen imamlar kıyardı. Dolayısıyla onun bir kaydı-kuyudu vardı ve hukukî işlemler, muâmeleler onun üzerine binâ edilirdi. Bugün, imam veya dinî nikâhın resmî ve hukukî hiçbir bağlayıcılığı yoktur.

Hatta, belediye memurunun kıydığı nikâh, imamın kıydığı ve adına “dinî nikâh” denen akitten çok daha güçlü ve makbuldür.

Peygamberimiz (asm)

“Bu evlenmeyi duyurun! Evlenme işlerini mescidlerde yapın! Üzerine de defler çalın! Çünkü, helâl ile haramı ayıran şey, onu duyurmaktır” 1 buyurmuştur.

Evlenmek isteyen kişiler, teferruâtlı bir araştırma yaptıktan, küfüvünü, yâni dengini bulduktan, sözleştikten veya nişanlandıktan sonra, artık birbirini, âile ferdlerini iyice tanırlar.

Nişanlılık ile de aralarında bir akrabalık bağı kuracaklarına dair bir kısım bağlayıcı ve resmî olmayan muamelelerde bulunurlar.
Böylece, hem evlenecek olanlar, hem de onların âile efradı, tanışarak sosyal yapılarını daha iyi tanıma fırsatı yakalarlar.

Nikâh, bir arada yaşamayı, bazı mükellefiyetleri yerine getirmeyi ve cimâyı, yani cinsi münâsebeti meşrû kılan ve şer’î ölçüler dahilinde yapılan bir akit, antlaşmadır.
Diğer bir ifadeyle evlenmek, yuva kurmak, bir arada yaşamak ve neslin devamı için yapılan sözleşmedir.

Sakın, sakın!
Nişanlılık döneminde “dinî veya imam nikâhı” yapmayınız, yaptırmayınız.
Zira, yaptırılırsa, artık dinen, örfen ve ahlâken karı-kocadırlar. Mahremiyet sınırları kalkmıştır...

Ve bir zaman sonra, taraflardan birisi veya her ikisi, evlenmemeye karar verirlerse; mahremiyet sınırlarının ortadan kalkmasından dolayı doğan sonuçlar, hukuken nasıl çözülecektir?
Resmî nikâh olmadığından nasıl sonuçlar doğuracaktır?

Sakın, sakın!
Resmen evli olanlar bile birçok problemle cedelleşip, haksızlıklara maruz kalırken, nişanlıların nikâhlanması intihardan farksızdır!

Veya aileler şu dayatmalarda bulunacaktır:
Madem karı-koca münasebetleri gibi ‘vahim sonuçlar’ ortaya çıktı; öyle ise evlenmelidirler! Peki, bu evliliğin ileride taraflara getireceği vahim sonuçları hesap edebilmek mümkün mü?

Bu arada, vefat, tedâvisi imkânsız bir hastalık da arız olabilir.
Bunlar zamanla ortaya çıkan hususlardır. Nikâh kıyarak, hem nişanlılık devresini, hem evlenecek olanları zor durumlara sokmanın anlamı yok!

Dipnot:

1- Aişe (ra) Rezîn.

16. Dönüşü olmayan yol hazırlıkları

Nişanlılık devresinde de bütün araştırmaları yaptınız. Başta anne-babanız ve itimat ettiğiniz evli dostlarınızla da istişare ettiniz. Nişanlınızı, ailesini, çevresini tanıdınız. Ve kalbinize karşılık bir kalp bulduğunuza emin oldunuz. Evlenme kararınızı kesin olarak verdiniz. Ve bu sizin son kararınızdır.

Eğer yazılı anlaşmayı yapmadıysanız, geç kalmış sayılmazsınız. Karşılıklı beklentilerinizi, düşüncelerinizi, hedeflerinizi yazın ve altına imzayı atın.

Bir hatırlatma: Mutlu olmak için değil, mutluluğu paylaşmak için evleniyorsunuz.
Mutluluk, evlenir evlenmez hazır bulunan bir olgu değil. Onun hammaddesi sizin istidatlarınıza konmuş. Onu işlemek ve ortaya koymak sizin maharetinize bırakılmış.

Ayrıca evlilik, bütün problemlerin yok olduğu, toz pembe bir hayat değildir.
İnsan olan yerde problem var. Önemli olan bu problemleri kime göre ve nasıl çözeceğinizdir.
Artık, “bence”lerin devri bitmiş, “bizce” başlamıştır. Meselelerinizi birlikte halledeceksiniz.

Problemleri, nikâh ve düğün hazırlıklarına başladığınızdan itibaren çözmeye başlayabilirsiniz.

Birinci problem, düğünden önceki alış veriş. Mutlaka hileye kaçan veya işlerinde hile yapanlar çıkacak. Özellikle hilebazların mebzul olduğu günümüzde… Duygusallığın ve heyecanın önplanda olduğu bu hazırlık devresinde aldanmanız mümkündür ve sizi aldatmak kolaydır. Alacağınız ürünün fiyatı yüksek fiyat çekilebilir. Veya ucuza alayım, derken kalitesini kaybetmiş bir malı alabilirsiniz.
Unutmayın: Alış veriş de bir san'attır. Bu mevzuda mâhir olmayabilirsiniz. Zira, işiniz bu değil! Bir şeyi daha hatırdan çıkarmamalısınız: Esnaf bile, yıllardır bu işi yaptığı halde, o bile malı alırken aldanabilir! Siz haydi haydi aldanırsınız. O zaman ne yapmalısınız? Bir bilene danışın ve onunla birlikte çıkın…

Dikkat edin: Bazı kampanyalar, indirim ayaklarına, çeşitli tuzaklarla dolu...
“İndirim!” değil, adeta “bindirim!”
Ev eşyalarından düğün salonuna, verilecek diğer hizmetlere kadar tuzak.

Meselâ, düğün salonu kiralayacaksınız. Öncelikle mekân işletmecisinin imkânlarını öğrenin. Size ne hizmetler verip vermeyeceklerini tesbit edin. İsteklerinizi sıralayın. Fiyat listesi alın ve diğer yerlerdeki fiyatlarla karşılaştırma yapın. Ve mutlaka, nişan, düğün yapan ailelerle görüşün. Ardından isteklerinizi mutlaka yazılı hâle getirin, sözleşmeye dökün. Aksi halde, size verilen sözlerin bir çoğu yerine getirilmeyebilir.
Sözleşmek, yazmak ve şahit tutmak Kur’ân’ın emri, Peygamberimizin (asm) hararetle tavsiyesidir. “Söz uçar, yazı kalır” denmiştir…

Hazırlık safhasında her şeyden de mühim mesele şu: Evinizi eşya mezarlığına çevirmeyin! Japonlar son derece sade, basit, yalın, mütevazi yaşayan insanlardır. Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar, Japonlara göre ruhen tekâmül edememiş, hayatın mânâsını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Böyleleriyle; ‘Evini mezat salonuna çevirmiş zavallı’ diye eğlenirler.

17. Çeyizin en hayırlısı

Çeyiz, bir bakıma hayata hazırlık malzemelerini toplamaktır. Yani, evlilik ve aile hayatının malzemelerini.
Çeyiz işine nereden başlayacaksınız?
Önce şu soruyu kendinize sorun:

Bu hususta kimi örnek almalıyız?

Hz. Peygamber (asm), kızı Fatıma (ra) ile Hz. Ali’nin (ra) evliliklerini, aile yapılarını bir prototip olarak Müslümanlara örnek olarak sundu.
O (asm), kızını evlendirmekle ondan kopmadı. Daima onları gözetledi, yardımcı oldu.
Yine her sabah onları namaza kaldırdı.
Bir yola veya sefere çıkacağı zaman en son Hz. Fatıma (ra) ile vedalaşırdı. Dönüşte de hanımlarından önce ona uğrardı.

Evet, Hz. Peygamber (asm) bu yeni yuvaya çok önem veriyor; İslâm ümmetinin geleceğini bu yuvanın etkileyeceğini bilerek onları yönlendiriyor, eğitiyordu.
Hz. Ali (ra) ve Hz. Fâtıma (ra) arasında işbölümünü bizzat kendisi yapmıştı.

Babasından ayrılıp Hz. Peygamber (asm) mescidine bitişik, zemini toprak eve yerleşirken çeyiz ve ev eşyası olarak şunları götürmüştü:
Üç adet minder, bir halı. bir yastık, iki eldeğirmeni, bir su tulumu, bir su testisi, meşinden bir su bardağı, bir elek, bir havlu, bir koç postu, eski bir kilim, hurma yaprağından örülmüş bir sedir, iki elbise, uzunlamasına örttüklerinde ayakları enlemesine örttüklerinde başlarını açıkta bırakan bir küçük yorgan.

Çeyizlere her türlü eşyayı koyuyoruz.Kitap neden yok?
Oysa çeyiz sandıklarının yarısı kitaplardan oluşmalı. Hayat kitapla başlar!

Sonra şunu kesinlikle uygulayın:
Önce kendiniz kitap okuyun.
Okuma alışkanlığınız yoksa bile, kitabı açın, bakın ve kapatın. Zira, gözleriniz fotokopi makinesi gibi, sayfalardakileri zihninize, beyninize yerleştirecektir.
Ardından da çocuklarınıza, kızlarınıza kitap okumalarını tavsiye edin.

Hediyeleşmelerinizi kitaba çevirin.
Alacağınız bir kilo pasta, baklava ağzımızı tatlandırıp bir iki dakika içinde bitiyor. Ama, kitap öyle mi? Ömür boyu bizi tatlandırır, zevklendirir.

Gençler; evlenmeyi düşünüyorsunuz; ne yapacaksınız?
Önce iki açıdan şanslı olduğunuzu düşünün:

Bir: Eskiden bu konular pek konuşulmaz, biraz da ayıp sayılırdı. Bazıları da başkalarına sormaya cesaret edemezdi.

İki: Eskiden doğru dürüst istifade edilecek kitaplar, eserler yoktu. Var idiyse de herkes ulaşamıyordu.

Şimdi, kitaplar, dergiler, bazı tv programları oldukça faydalı bilgiler ihtivâ etmekte, aydınlatıcı tavsiyeler yapmaktadır.

Bence yemek yemeyi, uyumayı, bir meslek öğrenmeyi öğrendiğimiz; bunların eğitimini aldığımız gibi; evlenmenin de eğitimini almalıyız.
Çünkü, hayatımızın en önemli kararlarından biridir. Üstelik bu, sadece dünya huzûr ve mutluluğumuzu değil, ebedî hayatımızı da ilgilendirmektedir.

Öyle ise, çeyiz sandığımıza kitap koymalı.

Tuhaf değil mi? Basit işler öğrenmek için zamanımızı, mesaimizi, paramızı harcıyoruz da; hayatımızın en önemli dönüm noktası, en mühim meselesi için pek kafa yormuyoruz. Gençlerin de kafa yormalarına zemin hazırlamıyoruz!

***

Hz. Ali (ra), Fatımatü'z-Zehrâ’yı nikâh edeceği zaman, satılması için zırhını pazara gönderdi. Zırhın parası ile düğün masrafı yapacaktı. Hz. Osman (ra) pazardan geçerken, Hz. Ali’nin zırhını tanıdı. Dellâlı çağırdı:

“Bu zırhın sahibi buna ne kadar istiyor, gel parasını vereyim” buyurdu.

Evine gittiler. Zırhı dellâldan alıp parasını verdi. Sonra bu zırhı yanında dört yüz dirhem daha ilâve ederek Hz. Ali’ye (ra) gönderdi.

“Bu zırh, İslâma hizmet edecek senden başkasına lâyık değildir. Bu dört yüz dirhemi de düğününe harca ve bizi mazur gör” buyurdu.

18. Kader, kısmet ve evlilik

Kız gelin olmuş, ata binmiş, “Ya kısmet!” denmiş.
Gerçekten de öyle değil mi?
Taraflar görüşmüş, konuşmuş, araştırmış, evlenmeye karar vermiş, bütün hazırlıkları tamamlamış, ama bir vesileyle sonuç olumsuz çıkabiliyor!
Dolayısıyla yanlış anlaşılan meselelerden birisi de “evliliğin kaderle” ilgisidir.

Evlenme çağına gelen kimi gençler ve aileleri, “Allah kimi yazdıysa o olur!” diyor ve ciddî girişimlerde bulunmuyor.
Veya, “Bunca araştırmama ve titiz davranmama rağmen, istediğimle evlenemedim, kısmetime başkası çıktı!” diyerek kadere itiraz oklarını yöneltiyor.

Burada dikkate alınmayan husus, evliliğin de büyük çapta “hür irade” çerçevesinde olmasıdır.
Evet, her şey yazılmıştır. Ama, bu yazmak, emir ve cebir tarzında değildir. “Olmuş, olacak her şeyin levh-i mahfuzda yazılması” demek olan kader, Allah’ın “ilim sıfatı”na bağlıdır, yoksa irade sıfatına değil…
Yani bilmek ve yazmak, yaptırımı gerektirmiyor.
Diğer bir ifadeyle, Allah hangi eşi seçeceğimizi bilip yazdığından dolayı seçmiyoruz; Allah onu seçeceğimizi bildiği için yazıyor!
Onun için, “Kader, ilim nev'îndendir. Yani nasıl olacaksa, öyle bilinmesidir. Yoksa malûm, ilme tabi değildir” denmiştir. Yani, bilmek ve önceden yazmak, “yapma”yı gerektirmez.

Meselâ astronomi âlimleri, seneler önce, güneş ve ay tutulmasını bilip dakikası dakikasına yazarlar. Ve gerçekten de, aynı saatlerde tutulurlar! 100 bin astronomi uzmanı bir araya gelse, “Filan zamanda ay ve güneş tutulacak!” diye yazsa, elbette onlar yazdı diye ay veya güneş tutulmaz!
Güneş ve ay, ilim adamları bilip yazdı diye tutulmuyor, bunların tutulacağını bildikleri için ilim adamları yazıyor! Güneşin tutulacağının önceden bilinmesi “ilim”dir, tutulması ise “malûm”dur.

Aynen öyle de, Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle, kiminle evleneceğimizi bilir ve yazar. O yazdığı için evlenmiyoruz, kiminle evleneceğimizi bildiği için yazıyor.

Evlilik de hür irademiz dahilinde olduğundan Peygamberimiz (asm),
“Nutfeleriniz (spermleriniz) için dikkat ediniz, onu nereye koyduğunuza dikkat ediniz.” 1
“Kadınlarla dört haslet için evlenilir. Malı, asaleti, güzelliği ve dini için. Sen dindar olanı tercih et ki, mutlu olasın.” 2
“Kadınların en hayırlılarıyla evlenmeye bakın” 3 diyerek eş seçiminde dikkatli olmayı, derinlemesine araştırmayı tavsiye etmiştir.

“Kader ve evlilik” mevzuunda dikkate almamız gereken diğer bir nokta da şudur: Yukarıdaki hüküm geneldir. Ama herşeyde olduğu gibi, bu hususta da istisnalar vardır.

Rahim, Âdil ve Hakim-i Mutlak olan Allah, bilemediğimiz pek çok hikmete binâen, sevdiği ve razı olduğu kullarının birbirleriyle evlenmelerine bir sebep yaratır.

Meselenin diğer boyutu da şudur:
İmtihan için yaratıldığımıza, “Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir imtihandır” 4 buyurulduğuna göre, dindar veya geçimsiz, huysuz bir eşle de imtihan edilebiliriz.

Gayet tabiî ki, öğrencinin, bir işe girmek isteyenin, “Bana niçin böyle sorular soruyorsunuz?” deme hakkı olmadığı gibi; bizim de kısmetimize itiraz hakkımız yoktur. Vazifemiz, bizi yaratıp, kendine kul ve muhatap kabul eden; sayısız dahili ve harici nimetler veren Rabbimize teşekkür etmektir.
Ayrıca, bizim vazifemiz; imtihan gereği, elimizden gelen çalışma, araştırma, incelemeyi yapmak; takdir-i İlâhiyeye karışmamaktır.
Zira, biz, kişi ve olaylara anlık hazır zaman kareleri ile dar açıdan bakarız. Arkalarındaki hikmetleri ve güzellikleri göremeyebiliriz.
Bunun için Kur’ân’da, “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır” 5 diye beyan edilir.

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafa, 1: 302.; Camiü’s-Sağir, 3:237.
2- İbn-i Mace, Nikâh, 6.
3- Age, 48.
4- Kur’ân, Tegabün, 15.
5- Kur’ân, Bakara, 216.

17. Meşrû daire keyfe kâfî

Düğün ve merasimlerde oyun ve eğlenceden uzak kalamayız.
Yalnızca ulvî duygulardan örülmüş, melek gibi tek boyutlu varlıklar değiliz. Akıllı-şûurlu, aynı zamanda duygu, his ve nefis sahibiyiz.
Akıl, kalb ve vicdanımız hakikate muhtaç olduğu gibi; nefsî/hissî yönümüz de eğlenceye muhtaç.

Ancak, hevesât, meşrû dairede ve beşte bir olmalı. 1
Bunu, “zamanımızın beşte birisini eğlenceye ayırabiliriz” şeklinde anlayabiliriz. Aslında meşrû daire keyfe kâfîdir, gayr-i meşrû daireye girmeye gerek yoktur.

Meselâ, inek, deve, geyik, balık etinden pek çok kuş etlerine kadar hemen hepsi helâl. Yalnızca domuz eti ve leş yasaklanmış. Bunları yemeye ihtiyaç olmadığı gibi, diğerlerinden daha lezzetli de değil!
Su, süt, ayran, nar, üzüm suyu gibi çeşitli meşrubatlar, kahve, çay gibi tüm bitkisel suların tümü helâl ve keyfe kâfî. Sadece yıllanmış üzüm suyu ve benzerlerine izin verilmemiş….

İster aktif, ister pasif/izleyen olarak olsun, eğlencenin temel sâiki dinlenmektir. Ne var ki, dinlenelim derken, ses, görüntü kirlilikleri ve gayr-i meşrû çizgiyi aşmak, eğleneni daha da yoruyor!
Ve, başta hayatı, kendimizi, çevremizi anlamayı ve anlamlandırmayı; kısaca tefekkürü öldürüyor!

Belgeler; geçmiş zamanların oyun ve eğlencelerinin; kafa ve gönle de hitap ettiğini gösteriyor.
Günümüzde ise nefse endekslenmiş gibidir. Üstüne resmiyet kazandırılarak eğitim ve öğretimin bir parçası da yapılmış.
Ve giderek kârını başkalarının zararında gören muhteris insanların kasalarını dolduran kahredici sektör haline dönüşmüş.

Spor/riyazet; formu korumak iken; “acılardan kurtulma ve lezzetlere kavuşma” vasıtası olarak algılanmış ve sapma olan hedonizmin (lezzetkolikliğin) etkisiyle herşey nefsî zevk ve lezzetin vasıtası kılınmış.
Aslında günümüzde eğlence tam olarak çalışma ve gerçeklerden kaçıştır! Bugünkü magazinvârî eğlence anlayışı, hem çalışma, hem işten alıkoyuyor, hem yoruyor, hem de altından kalkılamayacak masraflara sokuyor!

Düğünlerde “melekî eğlence”

Sesleri ve kulakları yaratan Cenâb-ı Hak, nağmeleriyle raksa gelen ve getiren çeşitli varlıkları halk ederek kâinatı ve tüm varlıkları hikmetli ve âhenkli sesler armonisine çevirmiştir.
Öyle ise, alıcı, verici ve algılayıcıların Sahibi, neyi dinlememizi istemişse ona kulak kabartmalı değil miyiz?
Unutmayalım ki, “ Güzel sözler O’na yükselir.” 2
Evet, dünya bir misafirhanedir ve hiçbir misafir, ev sahibinin izninin dışında sesler çıkararak çevreyi rahatsız edemez!

Gerçek lezzet, zevk ve mutluluk nefsî değil, “melekî eğlence”dedir. Yani, nefsimizi terbiye etmek, olumlu, ulvî duygularımızı geliştirmek; olumsuzlarını mecralarına yönlendirmektir.
Melekî eğlencenin püf noktasını yakalayan bir mü’min, iman nuruyla rüzgârların terennümâtını, bulutların nârâlarını, denizlerin dalgalarının nağmelerini ve hakeza yağmur, kuş ve sâire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir.
Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümâtla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları hissettirmekle kalpleri, ruhları, nurani âlemlere götürür, pek garip misâlî levhaları göstermekle o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere boğar.
Fakat o kulak, küfürle tıkandığı, yani, “gayr-i meşrû, nefsânî müziğe, eğlenceye” daldığı zaman, o leziz, manevî, yüksek seslerden mahrum kalır. Ve o lezzetleri veren avazlar, matem seslerine dönüşür. Kalpte, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın ayrılmasıyla ebedî yetimlik, nihayetsiz vahşet ve sonsuz gurbet hasıl olur. 3

Demek, ruhun ulvî yüce duygularını işletmek “melekî”; olumsuz, nefsânî yönü işletmek, “şeytânî eğlence”dir.
Müziğin hükmüne gelince şöyle açıklanmıştır:
İnsanı iyiye, güzele, ahlâkî davranışlara, ümide, aşk ve şevke götüren her ses, her nefes, her hareket serbest, hatta sevaptır; ümitsizliğe, karamsarlığa, tembelliğe, sefahete, sefalete ve lüzumlu vazifelerin noksan bırakılmasına sebebiyet veren her çeşit söz ve eylem de yasak kapsamına girer.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 668

2- Kur’ân, Fâtır, 10.

3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 71-72

18. Kendini övenler şeytanın etkisindedirler

Allah'ın rızasına uygun olmayan hâl ve sözlerden biri de övünmek ve övülmekten aşırı hoşnutluk duymaktır. Çünkü bunlar cahillerin ve cahili toplumların en belirgin vasıflarındandır.

Diğer insanlara karşı kendini övmek ve övülmekten aşırı derecede hoşlanmak nefsi memnun etmeye/şeytanî tavırlara aday olmaya yönelik isteklerdir. Övülmek sevdasına kapılmak şeytanın oltasıdır. Yalnız insanların arzularına ulaşma hevesi bu arzuyu sezdikleri an gurura kapılırlar. Gurur şeytanın vasfıdır ve insanları kendine çevirme oltasıdır. (Mülk sûresi, âyet: 20)

İnsan, üzerinde şeytanın etkilerinin arttığı zamanlarda kendisi için gurur alanları oluşturmaya yönelir. Zira gurur, "ben"i öne çıkaran duygular ilham ediyor. Mal, mülk, soy, sop, güzellik, itibar ve bazı kaabiliyetler insan için gurur tuzağı olabilir. Gururda Rabbi unutmak var. Rabb'in tasarrufuna rıza göstermemek var.

Allah'ın rızasını kazanmak gibi ulvî bir amacı olmayanlar, sadece insanların rızasına ihtiyaç duyacaklar bunu sezinledikleri zaman bile övünüp gurur duyacaklardır. Ahireti hesaba katmayanlar dünyayı bu yolla kullanmaktan başka bir yol da yoktur.

Övünmek sadece para ile olmaz. Aynı zamanda insan güzelliğiyle, saçıyla, fiziğiyle ve diğer farklılıklarıyla bunları övünme vesilesi haline getirebilir.

Çocuğunun bir konu ile ilgili başarısından övünen anne-baba bununla kendilerine bir övünme payı oluştururlar. İnsanlar övünmek/desinler amacıyla yaptıklarının çirkinliğini bu yolla örtmeye çalışırlar. "Gurur duyuyorum", "onunla iftihar ediyorum" gibi sözler olmaması gereken tavırları makul zemine çekerek kendilerini rahatlatmaya çalışmaktır. Gösteriş yapmak amacı nahoş bir tavırdır.

Övünmek, davranış bozukluğundan kaynaklanır.

Evi, evinin eşyaları, bindikleri arabaları, iş ortamları... gibi imkânları nasıl ve ne için kullanılması gerektiğini bilmeyenler bu imkanlarıyla şeytanlara yalakalık yapmış olurlar. Şeytan saptırmaktan zevk alır. Sapıklar şeytanların gıdası olurlar.

Dünya hayatının süsleri tarih boyu çok insanları helâke sürüklemiştir. Kur'ân'da böyleleriyle ilgili örnekler vardır. Meselâ, Karun bu örneklerden biridir. Musa (AS)'nın kavmindendir. Allah, Karun'a hazine verdi ancak o bununla şımarıp azdı. Allah (CC) da onu yerin dibine batırdı. (Kasas sûresi, âyet: 76-82)

Övünmek, övünenin davranışlarını etkilediği gibi çevresini de olumsuz yönde etkiler. Böyle insanlar çevrelerince sevilmezler. Kimse onlarla birlikte olmaktan mutlu olmazlar/rahatsızlanırlar.

Akıllı insan odur ki, Allah'ın kendisine tanıdığı imkânlardan dolayı övünmek gibi bir sapıklığa kapılmaz. Bunların imtihan vesilesi olduğunu düşünür. Şükür ve hamd ederek Kur'ân dışılığa düşmez/düşmemelidir de...

19. Rahmet Evi

İçlerinde oturduğumuz, ailemizle beraber yaşadığımız evlerin, biz müslümanlar için birer rahmet evi olması gerekmektedir.
Eskiden beri söylenen “Yuvayı dişi kuş yapar!” ifadesi, müslümanlar için de doğru sayılabilecek bir ifadedir.
Müslüman erkekler, yuvanın yapılması, şekle ve şemale sokulması, düzenlenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması hususunda, kadınlar için sadece bir yardımcı durumundadırlar.
Müslüman ailelerin yaşadıkları ve ömürlerinin büyük bir kısmını geçirdikleri evler, genel olarak kadınların idaresine, kadınların insiyatifine bırakılmıştır. Dolayısıyla evlerimizin birer rahmet evi durumuna gelmesi ve getirilmesi, öncelikle kadınlarımızın önemsemesi ve dikkate alması gereken bir husustur.

“Kendi insiyatiflerinde olan evleri”, birer rahmet evi durumuna getirmekle mükellef olan kadınlarımız, belki de bakışlannı sağa sola çevirerek, “Nasıl bir ev, nasıl bir rahmet evi” diyeceklerdir.

Bu kadınlarımıza örnek bir ev göstermek için, Efendimiz (s.a.v.)'in hanımları olan annelerimizin yaşadığı küçücük odaları gösterip “İşte tamı tamına böyle!” demiyeceğiz. Muhtelif hadis-i şeriflerde geniş evlerin de tavsiye edildiğini dikkate alarak evlerin şeklinden ziyade, özellikleri ve keyfiyeti üzerinde duracağız.
Çünkü önemli olan, müslümanların yaşadıklan evlerin küçüklüğü veya büyüklüğü değil, bu evlerin keyfiyeti ve yüklendikleri misyondur.
Dolayısıyla “Evlerimizin keyfiyeti ve yükleneceği misyon ne olmalıdır?” sorusunu sormaları gereken ve bu soruyu soran tüm kadınlarımıza, Kabe-i Muazzama'dan örnek vermek istiyoruz.

İşte Kabe-i Muazzama...
İşte Beytullah...
İşte Allah 'ın evi!..

Lütfen bakışlarınızı Ka'beye çevirin, bakın Ka'beye, bakın bu kutlu beyte!..
Ve okuyun ve anlamaya çalışın ve anlayın Ka'benin misyonunu!.
Ka'benin kutlu misyonu ne ise, bu kutlu misyonu kendi evlerinizde de gerçekleştirmeye çalışın.
Çünkü Kabe-i Muazzama hem İslam'ın mescidlerine ve hem de müslümanların evlerine önemli mesajlar vermektedir.

Şeklen ve şemalen kendisine benzemeseler de, müslümanların yaşadığı bütün evlere bazı misyonlar vermekte ve bu misyonlar konusunda örnek olmaktadır.
Zamandan ve mekandan münezzeh olan Allah (c.c), kendi Zatı'na temsilen nisbet edilen evin nasıl olmasını dilemiş ve bu kutlu beyte hangi misyonu yüklemiş ise, yaşadıkları evlere şeytan aleyhillaneyi değil, Allah (c.c.)'ı konuk etmek isteyen kadınlarımızın da bu misyonu dikkate almaları ve Beytullah'ın bazı misyonlarını, kendi evlerinde de gerçekleştirmeleri gerekir.

İşte kendi evlerimizde de gerçekleştirebileceğimiz bu kutlu misyonlardan bazıları şunlardır.

1- Temiz, Tertemiz Bir Ev

Kabe-i muazzama'nın şekli veya zahiri diyebileceğimiz ilk görünür özelliği temizliği ve müslümanlar tarafından temiz tutulmasıdır.

“Hani evi (Ka'beyi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri kıldık. İbrahim 'in makamını namaz yeri edinin, İbrahim ve İsmail'e de, Evimi tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temizleyin diye ahid verdik.”

“Hani biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (söyle emretmiştik) Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda varanlar için evimi tertemiz tut.”

Müslümanların yaşadıkları evlerin de bu temizlik vasfına sahip olması, özellikle kadınlarımız tarafından temiz, tertemiz bir ev durumuna getirilmesi gerekmektedir.

2- Güven Ve Huzur Duyulacak Bir Mekan

Müslümanların insiyatif indeki Kabe-i Muazzama, müslümanlar için nasıl ki güven ve huzur duyulan bir yer ise, müslümanların yaşadıkları evler'de, müslümanlar için bir huzur ve güven mekanı olmalıdır.
Nitekim aşağıdaki ayet-i kerime'de, müslümanların yaşadıkları evlerle ilgili olarak bu vasıf zikredilmektedir.

“Allah, size evlerinizden (içinde) güvenlik ve huzur bulacağınız yerler aldı.”

Müslümanların yaşadıkları evlerin, genel bir düzlemde huzur ve güvenlik mekanı olabilmesi, hiç şüphesiz ki bu evlerin bulunduğu beldelerle ve bu beldelerdeki hakim otoritelerle de ilgili bir meseledir.

Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) duasında “Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıldandır diyerek”, Kabe'nin güvenliği ile Kabe'nin bulunduğu şehrin güvenliğini birlikte ele alması, meselenin toplumsal boyutuna da işaret etmektedir.
Netice olarak bu toplumsal boyutu dikkate almakla ve meselenin bu boyutunda mücadele etmekle beraber, evlerimiz üzerindeki şu an ki tasarruflarımız ile, evlerimizi sınırlı bir çerçevede de olsa birer huzur ve güvenlik mekanı durumuna getirebilmeliyiz.

Herhangi bir evin, o evde yaşayan insanlara huzur vermesi, evde yaşayan insanların birbirlerine olan davranışlarıyla ilgili olduğu gibi, evin sadeliği ve temizliği ile de ilgili bir hadisedir.
Geçmiş tarihimizdeki birçok müslüman aile, bir göz odada rahat ve huzur içersinde ömürlerini geçirmelerine karşılık, üç oda bir salon gibi geniş evlerde yaşayan günümüzdeki birçok aile, geçmiş ailelerin yaşadıklan rahat ve huzurdan oldukça uzaktırlar.
Çünkü günümüzdeki cahili ihtiyaç ve tüketim kültürünün etkisinde kalarak oturmak için koltuk takımına, yemek için yemek odası takımına, yatmak için yatak odası takımına sahip olmayı birer farz telakki eden ve bütün bunlarla beraber evlerini gereksiz birçok eşya ile dolduran bu kimseler, kendilerini bu gibi eşyaların esiri durumuna getirmişlerdir.

Mekke dönemindeki müşrik kadınlar, evlerinin en mümtaz köşesini ağaç oyma putlarla dolduruyorlar ve hergün saygı ile bu putların tozlarını siliyorlardı!
Peki, evlerinin en güzel ve en geniş olan odasını koltuk takımı, vitrin, yemek takımı gibi şeylerle doldurularak ev hal*kının kullanımına kapatan ve faydalarından çok zararları olan bu eşyaları hergün büyük bir Özenle, silen günümüzdeki bazı kadınlar, evlerinin bir bölümünü puthane yapan ve buradaki ağaç oyma putların hergün tozunu alan cahiliye dönemi kadınlarına hiç benzemiyor mu?

Bir ev için zaruri olan ihtiyaçlara elbetteki bir şey demiyoruz. Buzdolabı, fırın, çamaşır makinası gibi eşyalar, güç nisbetince alınabilecek olan eşyalardır. Fakat kullanımdan ziyade teşhir için alınan eşyalara ne demeli?
Niye alınıyor bunlar ve neden teşhir ediliyor ki?
Hayırlarda yarışmakla mükellef olan müslüman hanımlarımız, hayırları bırakıp, bu gibi fuzuli eşyalara sahip olmak için mi birbirleriyle yarışacaklar?
Kocalarını hayırlara davet edecekleri yerde, “Fatma hanımlar kristal vazo almış. Biz ne zaman alacağız!.” diyerek dırdır mı edecekler?
Günümüzdeki böylesi Fatma hanımları bırakıp, Hz. Fatıma validemizi örnek almaları gerekmez mi?
Hem kristal vazo da ne olacak?
Evin içini kristal bardak, kristal vazo gibi eşyalarla doldurmak, evin içini musibetlerle doldurmak değil midir?
Bu gibi eşyaların kırılmaması, zarara uğramaması için evlerinin içinde rahat hareket edemeyen, çocuklarını bu konularda ikaz etmekten, İslami meselelerde ikaz etmeye fırsat bulamayan bu şaşkınlara mı özeneceğiz?
“Şuraya dokunma, buna elleme, oraya girme!” buyruklarının hükümferman olduğu evler, değil bizlerin, dünyaya en iyimser gözle bakan çocuklarımızın bile huzur duyacağı evler değildir.
Oysa bizler, evlerimizde rahat etmek, huzur ve güven duymak isteyen müslümanlarız.
Müslümanlara huzur ve güven verecek olan evler ise ev halkının tutumlarıyla birlikte sadeliği ve temizliği esas alan evlerdir.

3- Birer İbadet Yeri

Kabe'nin ve Kabe'yi örnek alan müslüman evlerinin temizliğine önem veren İlahi vahiy, bunun öncelikli gerekçesini şöyle beyan etmektedir.

“Hani Biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyte emretmiştik) Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda varanlar için evimi tertemiz tut.”

Müslümanların evleri, müslümanlar için Allah'a ibadet etmeleri gereken ve Allah'a ibadet ettikleri temiz, tertemiz mekanlardır.
Özellikle küfri kanunların yürürlükte olduğu cahili toplumlarda, müslümanların içinde yaşadıkları evler, bu müslümanlar için bir mescid, bir ibadet mekanıdır.
Nitekim Hz. Musa (a.s.)'a yapacakları evlerle ilgili beyan edilen İlahi buyrukta, müslümanların evlerine bu misyon yüklenmektedir.

“Musa ve kardeşine (şöyle) vahyettikle Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılınan (ve kıbleye dönük) yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın. Mü'minleri de müjdele.”

Müslümanlann insiyatifindeki Kabe, müslümanlar için açık bir örnek olurken, müşriklerin insiyatifindeki Kabe'de müşriklerin yaptıkları ise birer ibret niteliğindedir.
Kur'an-ı Kerim, müşriklerin ve kafirlerin Kabe-i Muazzama önündeki bu cahili durumlarını şu şekilde beyan ediyor.

“Onların, Beyt(-i Şerif) önündeki duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başkası değildir. Artık küfretmekte olduklarınız dolayısıyla tadın azabı.”

Kabe-i Muazzama ile ilgili olarak bu iki ayrı durumu dikkate aldıktan sonra, müslümanların hangi durumdan sakınıp, hangi durumu örnek alacakları bellidir.

Bu açık örneklere rağmen Allah'a kulluk edilmesi gereken evlerini, alkışlarla, ıslıklarla şarkı söylenen, göbek atılan, birer pavyon, birer gece kulübü durumuna getiren kimseler ile yukarıdaki ayet-i kerimede zikredilen müşrikler arasında ne yazık ki önemli bir fark yoktur.

Efendimiz {s.a.v.)'e nisbet edilen bir zaman gelecek insanlar mü'min olarak geceleyip, kafir olarak sabahlayacaklar buyruğunu uzun zaman anlayamamıştık.
Kendi kendimize “Müslüman bir ailenin fertleri, birbirlerini küfre, birbirlerini şirke davet ermeyeceklerine göre bu nasıl olacak, insanlar uykularında mı, rüyalarındamı kafir olacaklar?” diye düşünmüştük!.
Ve anlayamamış, anlayamamıştık bu Nebevi buyruğun hikmetini!.
Ancak, yabancıların girmemesi için evlerine kapı yaptırmalarına rağmen televizyon vasıtasıyla binlerce yabancıyı evlerinin baş köşesine oturtan, küfrün ve fuhşiyatın yüzlerce örneğini sergileyen iğrenç filmlere gözlerini ve gönüllerini açan ve yukarıda belirttiğimiz gibi evlerini bir pavyon, bir gece kulübü durumuna getiren kimseleri gördüğümüz zaman, önceleri anlıyamadığımız hadisi şerifin manası açılı verdi gözlerimizin önüne!.

Sık sık Euzübillahimineşeytaniracim diyerek şeytandan ve şeytan aleyhillanenin renksiz ve görüntüsüz vesvesesinden Allah'a sığınan bu şaşkınlar, baş köşeye koydukları televizyonlar ve seyrettikleri küfri programlar ile şeytan ve dostlannın renkli ve görüntülü vesvesesine gözlerini, kulaklarını açıyorlardı!.
Bu gibi şaşkın müslümanların yaşadığı böylesi evler, ne yazık ki apaçık birer küfür mekanı durumuna gelmişti. Nitekim böylesi evlerde geçirilecek geceler, müslümanların imanını tehlikeye sokacak, müslümanlan küfre götürebilecek gecelerdi!.
Oysa şeytan ve dostlarından Allah'a sığınması gereken müslümanların yaşadıkları evler, birer küfür değil, birer hidayet mekanı olmahdır.
Nitekim aşağıdaki ayet-i kerime, Kabe-i Muazzama'nın bu vasfını şöyle zikretmektedir.

“Gerçek su ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan Ka'be)dir.”

Bir hidayet istikameti, bir hidayet, kıblesi olan Kabe-i Şerifi örnek almak, evlerimize aynı rahmetli istikameti vermemizle ve bu rahmetli istikameti yaşamamızla mümkündür.

5- Kıyam Yeri

Kabe-i Muazzama'nın misyonuyla ilgili olarak yukarıda zikrettiğimiz bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyordu.

“Hani Biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik) Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda varanlar için evimi tertemiz tut.”

Bu ayet-i kerimedeki kıyamı, sadece Allah'ın huzurunda kıyama durmak şeklinde anlamamamız gerekir. Nitekim böylesi bir kısır anlayışa sahip olanlar, Allah'ın huzurunda kıyama durarak namazlarını kılmakta fakat sokağa çıktıkları zaman karşılaştıkları birçok münker karşısında boyunları bükük bir tavır sergilemektedirler.
Oysa müslümanların kıyamı, bütün bir yaşantılarını kuşatan bir kıyamdır.

Allah'ın huzurunda kulluk onuru ve kulluk izzetiyle kıyama durdukları gibi, bütün münkerler karşısında da aynı onur ve izzetle kıyama kalkmaları, kıyama durmaları gerekmektedir. Çünkü tüm müslümanlar, toplumsal içeriği olan böylesi bir kıyam ile de mükelleftirler.
Nitekim Kabe-i Muazzama'nın müslümanlar için en önemli vasıflarından birisi de, dünya müslümanlar için bir kıyam, şeytan ve dostlarına karşı bir ayaklanma yeri oluşudur.

“Allah, Beyt-i Haram (olan) Ka'beyi insanlar için bir ayaklanma (hyam evi) kıldı; Haram ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu sizin bilmeniz içindir.”

Kabe-i Muazzama'nın bu misyonu, hiç şüphesiz ki evlerimize taşımamız gereken çok önemli misyonlardan birisidir.
Kıyam etmekle mükellef olan müslümanların, bu kıyama öncelikle evlerinden başlamaları ve öncelikle evlerinden kıyam etmeleri gerekmektedir.

Cahiliye toplumlarında yaşayan müslümanlar için, bu müslümanların yaşadıkları evler birer kıyam merkezi durumundadır.
Genel kıyamın kalkış merkezi Kabe-i Muazzama olduğu gibi, ferdi kıyamın kalkış merkezi de, bu müslümanların yaşadıkları ve İslam'a göre şekillendirdikleri, İslami vasıflarla bezendirdikleri evleri olacaktır.

Evet, müslümanların yaşadıkları evlerin misyonuyla ilgili olarak Kabe-i Muazzama'dan kısaca beş örnek verdik.

Şimdi düşünün, düşünün ey bacılar!.
Oturduğunuz, yemek yediğiniz, yattığınız, kalktığınız evlerinizde, Kabe-i Muazzama ile ilgili olarak sadece beş tanesini zikrettiğimiz bu misyonlan gerçekleştirdiğiniz zaman, evleriniz birer rahmet evi olmayacak mı? Ve sizler, rahmet evinin, rahmet dolu sakinleri olmayacak mısınız?
Lütfen cevap veriniz!.
Herkesin duyacağı, herkesin anlayacağı açıklıkta bir cevap veriniz.
İstenmeyecek veya istemediğiniz bir şey mi bu?