Eş Seçimi ve Kader Bağlantısı

Gerek hanımlar, gerekse genç kızlarla yaptığımız kader sohbetlerinde evlilikte eş seçimi meselesinin kaderî boyutu çok konuşulan, sorulan ve tartışılan meselelerden olmuştur. Genelde evlilik adımlarında cüz-i ihtiyârînin çok devrede olmadığı, bu birlikteliğin cebri (ızdırârî) bir kaderle meydana geldiği görüşü hakim görüştür.

Öncelikle şunu tesbit etmeliyiz ki, evlilik kaderî bir mesele olup, ister ızdırârî, ister ihtiyârî olsun meşîet-i İlâhînin asıl olduğu bir fiildir. Bu konuya bu açıdan yaklaşım, kader ile ilgili ileri geri konuşmaları engelleyecek bir kul yaklaşımıdır.

Bu meseleyi anlamak için kaderin yani Allah’ın takdirinin şu üç şekilde gerçekleştiğini hatırlamakta fayda vardır.

Bunlar; kul, bir şeyin olmasını ister, ancak Allah onun olmasını murad etmezse, o fiil vücuda gelmez. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu, hayır ise, kul niyetinin mükâfatını görür. Şer ise, durum biraz daha farklılaşır, bu konu ayrı bir konudur.

İkinci husus ise, kul bir şeyin olmasını ister, Allah da onun olmasını murad ederse, o fiil vücuda gelir. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüz’î iradesi sebep olduğundan dolayı kul bu fiilinden mes’uldür. Hayır ise, mükâfat; şer ise ceza görür.

Üçüncü olarak, kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah’ın dilemesi ile yaratılan fiillerdir. Bu fiillere kulun cüz’î iradesi karışmaz. Genelde Allah bir kulunu sabır veya şükür imtihanına tabi tutacaksa, o fiili cüz’î irade olmaksızın yaratır.

İşte kaderin bu üç hükmü veçhesinden meseleye bakmak gerekir.

Bu noktalardan hareketle, eş seçimi meselesinde iki yaklaşım bulunmaktadır. Bunlardan birisi, Allah’ın, ezelî ilmiyle, evlenecek kadın ve erkeğin cüz’î iradelerini kullanarak, birbirleriyle evlenmek isteyeceklerini bilmiş ve kaderde takdir etmiş olmasıdır. Yani “İlim, malûma tâbîdir” görüşü asıldır.

İkinci yaklaşım ise; ya şükür ya da sabır imtihanı için kulun cüz’î iradesi karışmaksızın Allah iki kişiyi karşılaştırır ve onları evlendirir.

Gerek ihtiyarî, gerekse ızdırârî olarak gerçekleşen evliliklerde mutluluk, uyum söz konusu ise, bu şükredilecek bir nimettir.

Fakat esas sorun ve soruların yoğunlaştığı kısım, mutsuz evlilikler, tercih edilmeyen bir eşin kısmeti olması veya hiç tercihte bulunmadan zorla evlendirilmelerin kader bağlantısı noktasıdır. Üstelik bu soruyu soranların içinde bulunduğu konuma göre de (evli-bekâr) cevap değişiklik arz edecektir.

Meselâ, evliliğe adım atmamış olanlar için, ızdırârî kader yaklaşımı, cüz’î iradeyi ref eden cebrî bir yaklaşım olup, insanı sorumluluktan uzaklaştırıp, duâ kapısını kapayan ve tembelliğe atan bir düşünce olacaktır. Zira insan, her ne olursa olsun, vicdanen hissettiği iradesinin hakkını vermelidir. Çünkü âyet ve hadislerde nasıl bir eş seçilmesi gerektiğine dair öğütler ve emirler bulunmaktadır. Bunlardan birisi, Peygamber Efendimizin (asm) meâlen eş seçimi ile ilgili şu hadisidir: “Bir kadın şu dört şey için nikâh edilir: Soyu, güzelliği, zenginliği ve diyaneti. Siz, dindar olanını tercih edin” tavsiyesi, tercihler için pusula niteliğindedir.

Gelelim evlenmiş, fakat evlilik hayatında mutsuz olan, yanlış bir eşle evlendiğini düşünen kişilerin bu meseleye yaklaşımının nasıl olacağına. Biz kulların bu meselede, ızdırârî kader mi hükmediyor, yoksa ihtiyârî kader mi olduğunu düşünmekten ziyade, bir âdî şart hükmünde olan iradeyi, iradedeki meyli veya meyildeki tasarrufu hangi istikamette kullanacağımız meselesidir. Zira kişi iradesini kullanır, Cenâb-ı Hak da meşîet ederse, bu evlilik gerçekleşir.

EŞ SEÇİMİNDE TERCİHLERİN ALT YAPISI VE NİYETLERİN BELİRLEYİCİLİĞİ

Evlilik bir anda, bir görüşte olan bir tercih değildir. Hakikatte yapılan her tercihin bir alt yapısı ve niyet temeli mevcuttur. Kişinin küçüklüğünden beri yaşadığı çevreden edindiği izlenimleri, genetik yatkınlıkları, kültürel değerleri ve her şeyden önemlisi, ergenlikle beraber kazanmış olduğu temyiz yeteneği ve kendi hayat görüşü, mânevî alt yapısı, niyeti ve niyetindeki samimiyeti, tercihlerini belirleyici, belki de hâl diliyle yaptığı duâlar nev'îndendir.

İşte meseleye bu zaviyeden bakıldığında, inandığı değerleri hayatında tercih ettirici sebepler olarak değerlendirmeyenlerin iman ve amel, inanç ve yaşantı arasında derin farkları olan insanların ve böyle önemli bir meselede duâ etmeyenlerin yanlış tercihler yapma ihtimali yüksektir.

Evet, insan nefsini günahlarla ve haramlarla beslerse ve nefsi kuvvetlenirse, artık bu kimsenin akıllı ve imanlı olması yeterli olmayacaktır. Aklı tasvip etmemesine, imanı rıza göstermemesine rağmen günahlara, yanlışlara yönelebilecektir. Hatta bu günah ve yanlış tercihlere imanından feryatlar yüksele yüksele sürüklenecektir. Çünkü insanda nefis ve vehim beraber çalışırsa, akıl ve kalp mağlûp olur ve o insanın hayatında anlık lezzetlerin peşinde koşan nefis hâkim olacaktır. Bu da otomatik olarak hayatının yol kavşakları olan hayır ve şer noktalarında tercihlerini hep yanlışta kullanmasına sebep olacaktır.

Bizler meşiet-i İlâhiyeyi sorgulamak durumunda değiliz. Zira Bediüzzaman, “Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar” demiştir. Fakat cüz’i ihtiyarımızı, meyillerimizi ve inayet-i İlâhiyenin celbine vesile olacak tavır ve davranışlarımızı kontrol edebiliriz. Bu yüzden irademizin hakkını verip, bu tercihlerimizi Kur’ân ve sünnete göre belirlediğimizde Cenâb-ı Hak da meşîet ederse, hayırlı ve mutlu evlilikler gerçekleşecektir. Bu bir şükür vesilesidir. Fakat yine cüz’î ihtiyar ile Kur’ân ve sünnet dikkate alınmaksızın, nefsî tercihler sonucunda da Cenâb-ı Hak meşiet ederse, bu sefer mutsuz ve kötü evlilikler gerçekleşebilecektir.

Bir de meseleye ızdırârî (cebrî), yani cüz’î irade devreye girmeksizin oluşan evlilikler açısından bakmak gerekecektir. Zira bir çok insan da evlilik tercihinin hâl-i hazırda yaşıyor olduğu insan olmadığını, hiç düşünmediği tarzda bir insanla hayatını birleştirdiğini söylemektedir. Bu durumda kişi, eğer hayırlı bir niyet edinmiş, tercihini Kur’ân ve sünnet ışığında belirlemiş, fakat Cenâb-ı Hak böyle bir eş nasip etmemiş olabilir. Bu durumda kişi, iyi niyetinin mükâfatını alacaktır. Böyle bir meselede kişinin dünya ve ahiret kaybına uğramaması ve ruh dünyasını bozmaması için şu şekilde yaklaşım tarzında bulunması sağlıklı olacaktır.

Eğer ızdırârî kaderle gerçekleşen mutlu bir evlilik yapmışsa, bu şükür imtihanı anlamına gelir. Fakat birbirine münasip olmayan, mutsuz bir evlilikse, o zaman kişi sabır imtihanına girdiğini düşünmelidir. Kısmetine rıza göstermek, samimiyet ve ihlâsı bozmamak ve sabretmek şartıyla, neticede ya bu dünyada er geç mutluluğu ve huzuru yakalayacak ya da sabrı neticesinde cennetin anahtarını bu evliliğin neticesinde kazanacaktır. Üstelik Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. Her dağa kaldırabileceği kadar kar yağar. Bu yaklaşım, kaderi tenkit etmekten ve kişinin psikolojisini bozulmaktan kurtaracak doğru bir yaklaşım olacaktır.

Allah’ın meşîetini insanın sorgulama hakkı yoktur. Nasıl annemizi, babamızı, cinsiyetimizi ve milliyetimizi biz belirlemiyor ve itiraz etmiyorsak, bu durumu da aynı şekilde değerlendirmek kulluğa yakışan tavır olacaktır. Bir çok peygamber kendi iradeleri devreye girmeksizin, Cenâb-ı Hakk’ın meşietiyle türlü türlü zor imtihanlara tâbi tutulmuşlardır. Hazret-i Eyyüb’ün sabır imtihanı, Hazret-i Yusuf’un nefis imtihanı hep bu nevdendir.

Allah’ın âdil olduğu ve hikmetsiz iş yapmadığı akıldan çıkarılmamalıdır ki, kişi başına gelenlerle ve yaşadıklarıyla Allah’ı ve kaderi suçlamasın. Zirâ bu hal, kulun kaybı anlamına gelir.

Hâsılı, hiçbir kul günahtan, yanlışlardan hâlî değildir. Bu yüzden her iki halde de, yani evliliğini, gerek ihtiyarî, gerek cebrî kaderin hükmüyle gerçekleştirmiş olsun, en doğru yaklaşım, “İyilikler Allah’tan, kötülükler kendi kusurum sebebiyledir” yaklaşımı, kul yaklaşımıdır. Olumsuz olan her şeyde, musîbet, mutsuzluk, sıkıntı ve belâlarda kullanabileceğimiz anahtar bir cümle niteliğindedir. Çünkü bu yaklaşım insanı çözümsüzlük, ümitsizlik, mutsuzluk ve sıkıntıdan kurtaracak; kişiyi kendi dünyasına çevirip, özeleştiri yapmasını sağlayacaktır. Aksi yaklaşımda, sıkıntı ve mutsuzluğun sebebi olarak ya kaderi suçlayacak, ya çevreyi, ya eşini, ya şartları…

“İyilikler Allah’tan, kötülükler kendi kusurum sebebiyle” yaklaşımı aynı zamanda nefsi terbiye etmeye yönelik bir düşüncedir. İnsanı ciddî anlamda kulluğa çeken, istiğfar, tevbe ve duâları arttırmaya dâvet eden, musîbetlere, sıkıntılara ve mutsuzluklara Cenâb-ı Hakk’ın emirber bir neferi mülâhazasıyla yaklaşmaya sebep olan bir düşünce tarzıdır.

Biz kullar, böyle önemli olan izdivaç meselesinde bize düşen kısmı düşünüp, hayatımızın bize bakan veçhesini kontrol etmeye çalışmalıyız. Böyle önemli kararlarda tercihlerimizi hayırdan yana kullanmak için, inandığımız gibi yaşamaya ve inayet-i İlâhiyeyi celb edecek davranışlarla hayatımızı tanzim etmeye çalışmalıyız. Bu, evlilikten önce de, evlendikten sonra da kul olarak yapabileceğimiz ve bize düşen bir yaklaşımdır.

İnsan esbap dairesinde yaratıldığından, Müsebbibü’l-Esbab’a tam itimat etmekle beraber, her zaman sebepleri yerine getirmekten mes’uldür. Sebepleri yerine getirmek, (iradeyi, rıza-i İlâhî doğrultusunda kullanmak) isteneni icat değil, beklenen neticeyi hâl diliyle Cenâb-ı Hak’tan dilemek için bir vaziyet almaktır.

Ayrıca hayatiyet arz eden önemli tercihlerde isabetli olabilmek için ihlâslı olmak çok mühimdir. Zira Allah, kötülükler ile insanın meyilleri arasına ihsan ve lütufla girer. Fakat bu ihsanı, ancak ihlâslı kulları içindir. Bundan başka istişareli adımlar atmak, araştırıp sormak, danışmak insan tercihlerinde yol gösterici olacaktır. Çünkü hiç kimse yok ki, istişareye ihtiyaç duymasın.

Netice olarak, Maturidî akidesine göre meseleyi ele alacak olursak, her hayırlı işin de, kötü işlerin de mebdei, şart-ı âdî de olsa, cüz’î iradedir yaklaşımı, kulluğa yakışandır.

Bu meseleye bir de şans açısından yaklaşanlar vardır. Zira şans, kişinin kendisini gelecek şeye, hazır tutabilme hâlidir. İnsanın bütününü görmediği bir tablonun herhangi bir yerine kondurduğu bir noktanın doğru yerde olduğunu iddiâ etmesi mümkün değildir. O halde, gelecekte olana karşı kendini nasıl hazır tutacaktır, esas mesele bu olmalıdır. Bunun yolu, kişinin kendini eğitmesi, meyillerini temyiz etmesi, iç disiplini sağlaması, manevî hayatının sağlığı için önemli olan iki ayağı (akıl-kalp) beslemesi, niyetlerini düzeltip, o niyetin de ruhu olan ihlâsı kazanmasıyla mümkün olacaktır.

Demek ki mutluluk da, mutsuzluk da insanın iradesiyle şekillenir, ama tek başına insanın dahli olamaz. Belki şöyle düşünmek yerinde olacaktır, mutlu bir evlilik, iyi bir eş için insanın yapabilecekleri ile İlâhî lütfa katkıda bulunması doğru olanıdır. Elbette herşey kaderde takdir edilir. Fakat bu takdir, insanın iradesi, tercihi, niyeti hesaba katılmadan yapılmamaktadır. Ayrıca onun takdirinde de bir kısım maslahatlar, faydalar, hikmetler vardır. Allah, yaratmasında hikmete veya benim tercihlerime göre iş yapma mecburiyetinde değildir. Ancak O’nun ilmi de, hikmeti de her şeyi kuşatmıştır.

Yasemin Yaşar